31 Temmuz 2009 Cuma

VUR BELİNE KAZMAYI!

Slow food FSD grubunda tartışmaya açtığım konu aldı başını gidiyor!
Bu tür çarpıtılmış haberlerin amacı belli.Okuduğu İngilizce makaleyi yanlış çeviri becerisi dikkate değer doğrusu.Bu yazışmalardan bazılarını aktarıyorum.

Sevgiyle kalın
Yeşim Güriş

El insaf diyorum!
Diğer gıdalar derken ''GDO'lu olanlar iyidir yalanı'' haberine bir ön basamak mı acaba bu haber!

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=161853&cat=220&dt=2009/07/30

Organik gıdalar daha sağlıklı değil!162 sayfalık araştırma raporunun sonuçları çok şaşırttı

30.07.2009 10:38 Organik gıdaların daha besleyici ya da sağlıklı olduğu ile ilgili genel kanının yanlış olduğu tespit edildi.London School of Hygiene & Tropical Medicine'dan araştırmacılar tüketicilerin daha sağlıklı olduğunma inandıkları için organik gıdalara boş yere daha fazla para ödediklerini söylediler. 2007'deki resmi kayıtlara göre dünya genelindeki organik gıda pazarının değeri 48 milyar dolar ki bu rakam günümüze kadar çok daha artmıştır.Son 50 yıldır sistematik olarak birbirine bağlı yapılan araştırmaların sonuçlarının yayınlandığı 162 sayfalık raporda organik gıdalarla diğer yetiştirilme tarzlarının kullanıldığı gıdalar arasında bir fark olmadığı tespit edilerek açıklandı.İngiliz hükümetinin resmi olarak destek verdiği Raporun hazırlanmasında görev alan araştırmacılardan Alan Dangoru "Organik gıdalarla diğer şekillerde üretilen gıdalar arasında çok minik besleyici farklar var ki bunlar sağlık üzerinde büyük bir etki yaratmıyor, bu nedenle de organik gıdaların daha iyi olduğunu söylemek yanlış olur." dedi ve ekledi "Organik gıdaların daha sağlıklı ve besleyici olduığunu gösteren hiç bir veri veya bilimsel delil yok."HABERTURK.COM (Selin Kunt Tütüncü)

Şimdi gelelim asıl komediye!

Basin yine basmis ta basmis!
Tesbit yontemi harika!Okuyan da sanki yuzlerce meyve sebze yillarca arastirildi saniyor!Cevirinin orjinalini buldum.Arastirmanin bitkiler uzerinden degil de yazilan arastirma sonuclari ve makaleler uzerinden yapilmis olmasi ilginc!Ceviri yapilirken 162 sayfalik rapor sacmaliginin nerden uyduruldugu ise ayri bir detay!162 makale nerde sayfalik rapor nerde!Vaktim olsa da daha derin okuyabilsem!!!Kosturmam lazim yine!
http://www.eurekalert.org/pub_releases/2009-07/lsoh-of072909.php
Biraz taradim ama galiba degerlendirmemizi bu asagidaki metinden yapmamiz lazim cunku yorumlu ceviri vakit kaybi!
Nutritional quality of organic foods: a systematic review1,2,3,4Alan D Dangour, Sakhi K Dodhia, Arabella Hayter, Elizabeth Allen, Karen Lock and Ricardo Uauy

1 From the Nutrition and Public Health Intervention Research Unit (ADD, SKD, AH, and RU) and the Medical Statistics Unit (EA), Department of Epidemiology and Population Health, London School of Hygiene & Tropical Medicine, London, United Kingdom, and the Health Services Research Unit, Department of Public Health and Policy, London School of Hygiene & Tropical Medicine, London, UK (KL).
2 The funding organization had no role in the study design, data collection, analysis, interpretation, or writing of the report. The review team held 6 progress meetings with the funding organization.
3 Supported by the UK Food Standards Agency (PAU221).
4 Address correspondence to AD Dangour, Nutrition and Public Health Intervention Research Unit, Department of Epidemiology and Population Health, London School of Hygiene & Tropical Medicine, Keppel Street, London WC1E 7HT, United Kingdom. E-mail: alan.dangour@lshtm.ac.uk .
ABSTRACT Background: Despite growing consumer demand for organically produced foods, information based on a systematic review of their nutritional quality is lacking.
Objective: We sought to quantitatively assess the differences in reported nutrient content between organically and conventionally produced foodstuffs.
Design: We systematically searched PubMed, Web of Science, and CAB Abstracts for a period of 50 y from 1 January 1958 to 29 February 2008, contacted subject experts, and hand-searched bibliographies. We included peer-reviewed articles with English abstracts in the analysis if they reported nutrient content comparisons between organic and conventional foodstuffs. Two reviewers extracted study characteristics, quality, and data. The analyses were restricted to the most commonly reported nutrients.
Results: From a total of 52,471 articles, we identified 162 studies (137 crops and 25 livestock products); 55 were of satisfactory quality. In an analysis that included only satisfactory quality studies, conventionally produced crops had a significantly higher content of nitrogen, and organically produced crops had a significantly higher content of phosphorus and higher titratable acidity. No evidence of a difference was detected for the remaining 8 of 11 crop nutrient categories analyzed. Analysis of the more limited database on livestock products found no evidence of a difference in nutrient content between organically and conventionally produced livestock products.
Conclusions: On the basis of a systematic review of studies of satisfactory quality, there is no evidence of a difference in nutrient quality between organically and conventionally produced foodstuffs. The small differences in nutrient content detected are biologically plausible and mostly relate to differences in production methods.
Received for publication May 7, 2009. Accepted for publication July 2, 2009.

Sevgili Defne'nin de altini cizdigi gibi satilmak gercegini aciklayan bir cumleyi de ben ayni rapordan alintilayarak destekleyeyim!Kimse artik bu Funding'ci kardeslerimiz!Fonda eski bildik bir sarki....
2 The funding organization had no role in the study design, data collection, analysis, interpretation, or writing of the report. The review team held 6 progress meetings with the funding organization.

Defne nefis yazmış yine...


http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com/2009/07/organik-gdalarn-daha-besleyici-ya-da.html
Temmuz 31, 2009

Kuyuya atılan taşı kim çıkartır?
"Organik gıdaların daha besleyici ya da sağlıklı olduğu ile ilgili genel kanının yanlış olduğu tespit edildi." diyen gazete haberini okumuşsunuzdur, eminim. O halde tavsiye ederim, "..looking at foods as if their nutrient content is all that matters - not production methods, not effects on the environment, and not even taste." diyen Marion Nestle'nin yazısını da okuyun. Çünkü, malesef, gazete bu haberi takip etmeyecek. Bir taş atacak kuyuya.. o kadar. Üstelik toprağımızın, tohumumuzun bereketini idrak etmemiz gereken bir zamanda. GDO'ların kıskacından çifçimizi korumamız mümkünken, toprağa saygılı tarım konuşma şansımız hala mevcutken ve modern derebeylerine "hayır" deme imkanımız varken...Ama herşeyin de tam tamına "uçurum kenarı"ndayken, biz.Yani, süpermarketlerimizde 700 kadar ürün zaten GDO içerirken, yani çocuklarımızın içtiği her bir yudum cola, gazoz, şeker bayramında dostlarımıza ikram edeceğimiz baklava, dün gece akşam serinliğinde içtiğiniz bira mısır şurubu içerirken, yani çifçimiz zaten hibrid tohum üzerinden köleleştirilmekteyken, yani Adana'daki hanımağalar GDO'lu tarımı tercih eder ve derebeyleriyle içli dışlı gezilere katılırken ve yazıları takip edilen kalemler cehalet içindeyken..Gazete, hayır, bu haberi takip etmeyecek... Organik gıdalar daha besleyici değil, diyecek ve geçip gidecek.Çok çalışmam gerek anne, çoook!


-Defne KORYÜREK
Gönderen Defne Koryurek zaman: 08:50

Buda sevgili Çetin abimizin tepkisi

Yeşim Hanım Merhaba,
Bu haberi hazırlayanlar haberi okumamışlar bile.Konuya ucundan bucağından hakimmiş gibi görünüp,uzmanmış gibi haber yapanların güzel bir örneği bu.Kimleri etkiler?Bilinci ve bilgisi olmayan tüketiciyi sadece.Bize düşen görev de zaten bu bilinci arttırmak ve doğru bilgilendirmek.Haberin analizini kısaca yaparsak;
-Organik gıdaların daha besleyici olduğu doğru değildir demişler.Bu, Amerika'lı araştırmacıların tersine bir bulgu.Prof.Dr.Tayfun Özkaya hocamızın Ekoloji fuarındaki "Gıda Egemenliği Paneli"ndeki sunumunda ABD 'de gıdaların 50 yıldaki besin kayıplarının araştırıldığını. Ascorbik asit(C vitamini) kaybının Ispanak'ta % 52,Soğan'da % 28 ve Demir'in Soğan'da %56 Ispanak'ta %10 olduğunu bulmuşlar.(bu araştırmada 43 meyve sebze var.Ayrıca Amway destek ürünlerinin tanıtım cd sinde de bu konuda çok detaylı bilgiler de var.Varsayalım ki daha besleyici değil.Eşit.(minik farkı kabul etmişler!)
-Organik gıdaların daha sağlıklı olduğu doğru değil demişler!:Bunu söyleyebilecek konudan haberdar hiçkimsenin olacağını düşünmüyorum.Kaldı ki bir bilim adamının söylemesini asla düşünmüyorum.Konvansiyonel ürünler ÇOK ZEHİRLİ SENTETİK TARIM İLAÇLARIYLA hastalık mücadelesi yapılarak üretilir.Rezidü adı da verilen üründeki kalıntı miktarı,ticari kaygılarla insana zarar vermeyecek değer diye bir yutturmaca ile ne kadar düşürülürse düşürülsün vücudumuzda bir yerde mutlaka zehir olarak birikecektir.ABD de 2 yaş altı bebek mamalarında organik olmayan ürün kullanılması yasaktır.Belki İngiltere de bile.Organik tarımda GDO lu tohumların kullanılması yasaktır.Organik tarımda sentetik gübrelerin kullanılması da yasaktır.Konvansiyonel tarımla üretilmiş gıdaların,organikle üretilenden daha sağlıklı olması imkansızdır.
Bu bilgi kirliliğinin güzel örneğini saklayalım hatta bastırıp dağıtalım.Her isteyen dilediğini kaynak belirtmeden yazamasın.
Sağlıkla kalınız.
Hasan Çetin Özbayram.

Birde sevgili Özr arkadaşımız ne yazmış ona bakalım...
Bu klasik dezenformasyon taktiğidir. Sigaranın da sağlığa zararlı olduğu yönünde yeterli bilgi ve kanıt olmadığına ilişkin "bilimsel" makaleler ve reklamlar 40 yıl boyunca tıbbi dergiler dahil, tüm medyada yer almıştı.
Sonuçta bunları satmaktan milyarlarca dolar kar eden firmalar, elbette "bunlar sağlıksız" demeyecek. Derse satamaz. Asıl sağlıklı olan, elbette doğal ürünler. Bıraktım araştırmaları, tadını kokusunu duyunca içgüdüsel olarak biliyor insan neyin ne olduğunu. Hala (mevsimi olmasına rağmen) şehir merkezindeki marketteki domatesler odun gibi. Git bir ilçedeki (ulus, kızılcahamam...) pazardan ayaş domatesi al, domatesin tadını kokusunu hatırla.
Ayrıca "çok minik besleyici farklar" sağlıkta çok ciddi sonuçlara yola açabilir. Eser miktarda bulunan pek çok mineral, artık meyve-sebzelerde nerede ise yok. Bugünün ıspanağında, 50 yıl öncenin ıspanağına göre 50 kat daha az demir var. Benzer şekilde, kalsiyum, potasyum, magnezyum, selenyum, çinko gibi pek çok mineralin etkisi, son derecede düşük dozlarda bile, çok önemli.
Bunların eksikliğinin yarattığı sorunlar, herkesin malumu.
Ve suni gübrede sadece 3 elementin içeriğine bakılıyor (Azot, Forfot, Potasyum) gerisi umursanmıyor. Ne oluyor, 3-5 yıl sonra toprakta diğer mineraller kalmıyor, bitki büyüyor, ama minerali (dolayısı ile tadı kokusu) yok...
Ayrıca "doğal olanın iyi olduğunu" ispatlamak mı lazım ille ki? Eğer bir "ispat sorumluluğu" olacaksa, bu endüstrinin binlerce yapay kimyasalı ilacı hormonu gübresi derken bunların "zararsız" olduğunu ispat etmesi gereken, üretici firmalar olmalı. Milyarlarca yıllık doğa, üstünlüğünü ispatlamak zorunda mı? Tüm endüstriyel, kimyasal yöntemler, ne cüretle "doğal olanı geliştirdiğini" idda ediyor? Doğadan (ya da inanıyorsanız Tanrı'dan) daha mı üstün bilgiye bilgeliğe beceriye sahip bu şirketler (ve para ödedikleri bilim adamları)?
Her şeyin en doğalı en güzeli. Gerisi hikaye...
Aşağıdaki linkte neden "endüstrinin pohpohladığı" yeni teknolojilere temkinli yaklaşılması gerektiğine ilişkin bir makale var (burada nanoteknolojileri tartışmış, ama konu özünde aynı)...
http://southerncrossreview.org/27/winner.htm


Sevgiler, saygılar.
Özer.

Şimdi asıl soru

NE YAPMAYA ÇALIŞIYORLAR???

HENGEL,SİYEZ,SİMENTAL,BİZ VE AB!

Her seferinde olduğu gibi bu yazısına da bayıldım sayın Ahmet Örs'ün.Benim sayfalarca anlatmaya çalışacağım şeyi tek bir makalede her noktanın altını çizerek mükemmel anlatmış.Her harfinin altına imzamı atıyorum,ellerine sağlık.İyi ki varsın Ahmet Örs!



Sevgiyle kalın

Yeşim Güriş





http://www.gecce.com/yazarlar/ahmet-ors/hititlerin-lezzetli-bulguru-6995.html




HİTİTLERİN LEZZETLİ BULGURU!
2006'da birkaç gönüllünün bir köylünün bahçesinde yetiştirdiği kavılca buğdayından aldıkları bir avuç tohumdan çoğaltıp hayata döndürdükleri ve Kars'ta da hayat bulan kavılca bulguru, Hititlerin sofralarını da süslüyordu İstanbul sıcaktan kavruladursun, ülkemizin en doğusuna, Kars'a bahar yeni yeni geliyor. Hâlâ yüksek tepelerde kar var. Eriyen karlarla birlikte hemen her gün öğleden sonra bastıran ani bahar yağmurlarının da desteğini alan Arpaçay Irmağı, derin kanyonların arasından baş döndürücü hızla akıyor. Denizden 1700 metre yükseklikte kurulu 7 bin yıllık tarihi Ani harabelerini dolaştık. Burada 1072'de yapılan Anadolu'nun ilk camisini, çok eski kiliseleri, sinagogu ve Zerdüştlerin ateş tapınağını gezdik. Ülkemizi Ermenistan'dan ayıran Arpaçay'a ulaştığımızda yol bitti; artık Türkiye'nin doğu sınırındaydık.Dağ güneşi altında saatlerce dolaşmış, susuzluktan dilimiz damağımıza yapışmış, kurtlar gibi acıkmıştık. Ani harabelerine birkaç yüz metre mesafede, Ocaklı Köyü'ndeki Emine Nine'nin bahçesinde bizi çok hoş bir sürpriz bekliyordu. Emine Nine yerel kırmızı buğday unundan hengel açmış, üzerine civar yaylalarda otlayan yerel ineklerin sütünden yapılmış mis gibi yoğurt dökmüştü. Aynı sütten ev yapımı tereyağında soğanı öldürüp, onu da tabakların üzerine bolca gezdirmişti.Hengel kıymasız mantının adı. Hamuru kare şeklinde iri parçalar halinde açılıyor. Emine Nine, çocukları ve torunlarıyla birlikte bize, ağaçların gölgesine kurulu sofralara tabak tabak hengel yetiştirdi. Hem kırmızı buğdaydan hem beyaz buğdaydan yoğrulmuşu, süzme yoğurtla ve daha sulu yoğurtlusu, sarımsaklı ve sadesi, özetle malzemesi sadece hamur, yoğurt ve biraz tereyağı olan çok basit ama bir ziyafet sofrasına yakışır lezzetteki yemeğin türlü versiyonları ikram edildi.Türkiye'nin en doğusunda tümüyle doğal, çaba göstermeksizin, yoksulluğun, olanaksızlıkların sonucu kendiliğinden organik olarak ortaya çıkmış buğday ve süt üretiminin en başarılı örneklerini Emine Nine'nin basit ama lezzetli sofrasında yedik. Hengelin üzerini örten, İstanbul'da marketlerin bizi mahkûm ettikleri sanayi ürünü yoğurtlardan çok farklıydı. Anadolu'ya özgü hafif ekşimsi, ama susuzluğu bıçak gibi kesen yerel yoğurttu bu. Kars ve çevresinde geçirdiğim dört gün boyunca kırmızı buğdaydan yapılmış daha birçok yemek, ekmek ve kete tattım. Dahası tümüyle yok oldu sanılırken, 2006'da birkaç gönüllünün, bir köylünün bahçesinde yetiştirdiği kavılca buğdayından aldıkları bir avuç tohumdan çoğaltıp hayata döndürdükleri kavılca bulgurunu keşfettim.Bu buğday Anadolu'nun gururu, ama aynı zamanda üvey evladı. Gururu, çünkü son yıllarda ağzının tadını bilenlerce yeniden keşfedilen Kastamonu'nun siyez buğdayı ile birlikte dünyanın tarıma alınmış en eski ikinci buğday çeşidi. Kavılca, soğuk Kars ortamına uyum sağlamış. Siyez'e göre daha sert, daha kalın kabuklu, kendine özgü hoş bir aromaya sahip.

YEREL TOHUMLAR YOK EDİLİYOR

Hititlerin de sofralarını süsleyen bu buğdayın lezzetli bulgurunu tattık, dönerken de kilolarcasını İstanbul'a taşıdık. Ama gerek kırmızı buğday, gerekse kavılca, bu ülkenin üvey evladı. Kısır tohumlarla tarım devlet politikalarıyla desteklenirken, 10 binlerce yıldır bu topraklarda yaşayanları yabana muhtaç etmeyecek kadar ürün veren yerel tohumlar yok sayılıyor, hatta yok olması için özel çaba gösteriliyor.

Aynı politika Doğu Anadolu'nun yerel sığır çeşitlerinde de uygulanıyor. Devlet, verimi yükseltmek için ithal sığırların üretimini destekliyor. Bu ilk bakışta olumlu gibi görünebilir. Çünkü yerel ırk, sadece 300-500 kilo süt veriyor. Ama bu ırkın meraya, ahır koşullarına, hastalıklara uygun oluşuna kimse bakmıyor. Bunların 6 kilo sütünden bir kilo kaşar peyniri yapılıyor.Yağ oranı yüzde 6.5 - 7'nin altına inmiyor. Kültür ırklarında ise 10 kilo sütten 1 kilo taze kaşar, 11 kilo 200 gramından 1 kilo eski kaşar çıkıyor. Anadolu'nun bitmeyen çilesi şap hastalığı yaz başında ithal holstein sığırını vurduğunda o yıl süt de yavru da vermiyor; tedavisi dört buçuk ay sürüyor. İthal simental ırkında iyileşme iki buçuk ayda gerçekleşiyor. Yöreye uyum sağlamış montafon cinsi, bir ayda kendini toparlıyor. Sütünden en iyi gravyer peyniri yapılan, Kafkas cinsi zavot ise bir haftada şap hastalığını yeniyor, 15 gün içinde eski verimine geliyor.Sizce hangisi daha verimli?

Biliyorsunuz; Brüksel'de oturan birtakım bürokratlar masa başında Avrupa'nın tarım politikalarını belirliyor, kurallarını koyuyor, özellikle bizim gibi birliğe alınmayı uman ülkeler de o kurallara harfiyen uymaya çalışıyor. Avrupa'nın politikaları gereği düşük verimli tohum ve ırklara yer yok. Ayrıca ileri teknoloji ürünü kısır tohum üretenleri de bu yerel ürünler rahatsız ediyor. Çünkü onlar varken ülkelere her yıl sil baştan tohum satmak mümkün değil. Bu masa başı kararlar arasında daha pek çok yerel ürüne uymayan maddeler var ve tek tip kurallarla yerellik yaşatılamıyor.İlkokul çocuklarını üniformadan kurtaran, kişiliklerini öne çıkaracak giysileri serbest bırakan yönetim anlayışı yerel ürünlere de uygulanmalı. Bugün tarihi evleri yok edilmemiş tek tük kentimizi hayranlıkla geziyoruz. Geri kalanı yanlış bir çağdaşlık anlayışıyla beton yığınlarına dönüştü. Eğer manevi kültürel mirasımızı tümüyle yitirmek istemiyorsak, kavılca bulgurumuza, kırmızı buğdayımıza, zavot gibi yerel inek ırklarına, yasaklanan deri tulumdan çıkarılıp plastik bidonlara mahkum edilen tulum peynirlerimize, bizim topraklarımıza özgü tüm sebze, meyve türlerine sahip çıkmak, onları yaşatmak zorundayız..

30 Temmuz 2009 Perşembe

GÜNAYDIN AMERİKA VE SOSİSLER!



Bu da yeni bir haber!Tıpkı sigara gibi sosis vb. işlenmiş GDO deposu etlerin üzerine de uyarı yazısı konabilir Amerika'da!


Yani ''Dikkat salam,başta kolon kanseri olmak üzere çeşitli kanserlere sebep olur''
''Sosis öldürür'' gibi!
Good Mornin' America diyip bir de aymazlık derecesi ile rekor kıranlara örnek bir bağlantı vereyim!
http://www.nj.com/news/index.ssf/2009/07/nj_residents_sue_hot_dog_maker.html




Tombul sosismiş!Şuna obez gelecek desenize!Neden gerçekten obezleşiyoruz acaba???




Sevgiyle kalın.


Yeşim Güriş

29 Temmuz 2009 Çarşamba

OĞLU OBEZ ANNE Mİ GDO LAR MI SUÇLU?


Aşağıda alıntı yaptığım haber ilginç çünkü obezite ve nedenleri yargılanacak aslında!Sigara da böyle benzer yollardan geçmişti!Bakarsınız birkaç ebeveyn şamar oğlanı olduktan sonra asıl suçlu olan Nişasta Bazlı Şeker ve GDO'lar da birgün hakketikleri yere gönderilirler.Nano teknolojinin ekstrem uygulamalarının sağlığımıza ve çevremize vereceği zarar gözardı edilmeden!
Geçenlerde genetikçilerin sitelerini araştırırken gözüme çarptı.Narsizmin doğurduğu tehlikeler hepimizce malum.Bazen aşırı güven de en az yetersiz güven kadar zararlı,hem kişiye hem de çevresine!

Yazar Hakkında:"Bir şey üreten ve olayları olduran küçük bir seçkin grup, olup biteni seyreden oldukça büyük ikinci grup, nelerin olup bittiğini bilmeyen muazzam kalabalık." Nicholas Murray

Demişler.Bu da zaten genetik gibi iki ucu keskin bir bıçağın yaratacağı tehlikelere çok iyi bir örnek oldu.Seçkin kelimesi yerine konusunda uzman eğitim almış olsa idi söylem hiçbir itirazım olamazdı ama seçkin!Kendini üstün görme ve insanları cahil kalabalık gibi algılama çooook tehlikeli.

Sevgiyle kalın

Yeşim Güriş

ABD’nin Güney Carolina Eyaleti’nde, 14 yaşındaki oğlu 251 kilo olan bir kadın “cezai ihmal” suçlaması ile yargılanacak.
Davanın çok sayıda anne ve babayı mahkeme önünde terleteceğine dikkat çekiliyor. Travelers Rest’te yaşayan 49 yaşındaki Jerri Gray’in avukatı Grant Varner, “Eğer, Jerri Gray bu iddialardan suçlu bulunursa, gerçekten Pandora’nın Kutusu açılır. Peki sonra ne olacak” dedi. Gray, oğlu Alexander Draper’a yardımcı olmak için her şeyi yaptığını belirtti ve “Ancak, benim gözetimimde olmadığı zaman yemesini engelleyemiyorum” diye konuştu.
Oğlu, eyalet tarafından Jerri Gray’in bakımından alınarak bir başka ailenin yanına verildi. ABD’de, hem genelde hem de özellikle çocuklar arasında obezlik büyük bir hızla yayılıyor. Bu çerçevede, çeşitli eyaletlerde “ihmal” ve “ihmal mağdurları” kavramları da değişmeye başladı.

28 Temmuz 2009 Salı

ASPARTAMLA KAR ETMEK NE GAM!

Hala tatlandırıcı kullanan kaldı mı?Yada dolaylı yoldan bu zehirlere nasıl maruz kaldığımızı bilmeyen???
Bir kamyon şeker yerine bir bavul tatlandırıcı.
Milleti öldürüyorlar ne gam.Nede olsa kar daha tatlı!
Prof. Dr. Ahmet Aydın'ın ellerine sağlık yine...
Şeker zaten öldürüyor bir de tatlandırıcı ile bunu çabuklaştırmak lazım galiba!!!

Siz hala şeker hastası olamadınız mı?


Sevgiyle kalın

Yeşim Güriş



http://www.beslenmebulteni.com/bes/index.php?option=com_content&view=article&id=247:hangi-seker&catid=28:hileli-gda&Itemid=156



Yediğiniz tatlılar hangi şekerden yapılıyor ?


Yediğiniz tatlılar hangi şekerden yapılıyor ?
Şekerin yerini almaya başlayan yapay ya da kimyasal tatlandırıcılar, gündelik hayatta kontrolsüzce yaygınlaşıyor. Şeker hastalarının ve yüksek kiloluların tedavi amaçlı kullandığı sakarin ve aspartamın ithalatı, sekiz yılda 13 kattan fazla arttı. Sakarin ve aspartamın yüzde 95’i artık sağlık değil gıda sektöründe kullanılıyor. Özellikle ramazan ayında tatlı, şekerleme ve çikolata tüketiminin artmasına paralel olarak kimyasal tatlandırıcıların tüketimi de artıyor. Bültenimizin mevcut sayısını Aksiyon Dergisinde yayınlanan bu önemli konuya ayırdık. Yazının sonunda editörümüzün yorumları da var
Dikkat Şekerin kimyasını bozuyorlar
Şekerden yüzlerce kat daha tatlı olan alternatif tatlandırıcıların 20 kuruşluk miktarı, 2 YTL civarındaki bir kilogram şekerin işlevini görüyor. Amerika’da bir dönem yasaklanan, kansere neden olduğu iddia edilen, diyetisyen ve doktorlar tarafından kullanılmaması tavsiye edilen yapay tatlandırıcılar, İstanbul Eminönü’ndeki tezgâhlarda bile açıktan satılıyor. Son sekiz yılda kimyasal tatlandırıcıların ithalatı 13 kattan fazla arttı. Her yıl bu artış katlanarak devam ediyor.
Elbette bu artışın altında sağlık alanındaki ihtiyaçlar yatmıyor. Yapay tatlandırıcıların ithalatındaki artışın temel nedeni, gıda sektöründe şeker yerine kullanılması. Mesela, kimyasal tatlandırıcılardan aspartam ve sakarin, market raflarındaki diyet kola, düşük kalorili yoğurt ve şekersiz sakızın yanı sıra açıktan satılan baklava, reçel, helva ve süt tatlıları gibi birçok üründe rahatlıkla şeker yerine geçiyor. Vatandaş ise aldığı birçok ürünün içinde kimyasal tatlandırıcı kullanıldığını bilmiyor.
Bir bavul aspartamın bir kamyon şekere denk geldiği düşünüldüğünde, gıda sektörünün bu ürünlere meyletmesinin gerçek nedeni ortaya çıkıyor. Hatta bavulların içinde kaçak aspartam getirildiği öne sürülüyor. Piyasaya sürülen 5 YTL’lik baklavalar, 2 YTL’lik çikolatalar gibi ucuz mamullerde kullanılan kimyasal tatlandırıcıların sağlık riskleri ve şeker pazarına verdiği zarar ise âdeta görmezden geliniyor. Amacı dışında kullanımı her geçen gün daha fazla artan tatlandırıcıları yakından izleyen uzmanlar ise uyarıyor: “Sağlıklı yaşamak isteyenler her türlü tatlandırıcıdan uzak durmalı. Kimyasal tatlandırıcıların hepsi vücuda yabancı ve zararlıdır.”
BAKLAVALARDA KAÇAK ASPARTAM!
Çin, Singapur, Tayvan, Hollanda, Amerika, Almanya gibi ülkelerden gelen bu yapay tatlandırıcılar, şekerden çok daha yüksek tat veriyor. Ürkütücü olanı ise İstanbul Eminönü gibi açıktan ürün satılan yerlerde bu tür kimyasallar çokça ve rahatça bulunabiliyor. “Sektörde bu tatlandırıcıların kullanımı artıyor.” diyen Güllüoğlu Baklavaları gıda mühendislerinden Emine Akyıldız’a göre aspartam 25 kilogramlık paketler hâlinde satılıyor: “Küçük pastanelerde diyet kek, diyet ürün bulunuyor. Pastada deneyebiliyorlar. Tadı tutturması çok zor değil. Bunların hiçbiri sağlıklı değil.”
Hem evde tatlı yapımında hem de büyük firmaların diyet/diyabetik ürünlerinde mutfağa giren yapay tatlandırıcılar, acaba piyasada farklı alanlarda gizlice kullanılıyor mu? Ürünlerin içindeki yapay tatlandırıcılardan vatandaşın haberi var mı? Sektörde hızla yaygınlaşan yapay tatlandırıcılardan birçok üretici yakınıyor. Foga Pastanesi sahibi Yalçın Albardak, adını vermediği Ankara’da büyük bir baklava toptancısının, pancar şekeri yerine ürünlerinde aspartamı gizlice kullandığını ifade ediyor. Hem de bu ürünler diyet ya da diyabetik diye değil, bildiğimiz şekerden yapılan tatlı olarak satılıyor. Mesela, bir tepsi baklavada 2 buçuk kilogram şeker kullanılıyor. Bu miktar 5 YTL’ye denk gelirken, sadece 50 kuruşluk aspartam ile aynı tat karşılanıyor. Zaten Ankara Ulus pazarına gidince vitrinlerde yerini alan baklavaların 5 YTL’den satılması aslında durumu açıklıyor. “Nasıl bu kadar ucuza mal ediyorsunuz?”, “Yapımında ne kullanıyorsunuz?” sorularına yanıt, “Bilmiyoruz, bize hazır geliyor.” oluyor. Birçok firma, baklavayı toptancıdan hazır alıyor; toptancı ise fiyatı düşürmek için ucuz malzemeye yöneliyor. Pancardan üretilen şekerin yerine kimyasal tatlandırıcılar tercih ediliyor.
Yalçın Albardak, kimi müşterilerin “Neden baklavayı 15 YTL’den satıyorsunuz?” sorusuna muhatap kaldıklarını anlatıyor: “Bunu müşteriye anlatamıyoruz. O fiyatlar beni kurtarmıyor. Ben iki üç çuval şeker kullanıyorsam, onlar bir kilo yapay tatlandırıcı ile işini hallediyor. Ama o tatlıların içinde ne kullanıldığını vatandaş bilmiyor, sormuyor.”
Albardak’a göre piyasada yaygınlaşan yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların kullanımı önümüzdeki yıllarda patlayacak: “Bunu orta dereceli esnaf kullanmaz. Ya çok büyük iş yapanlar kullanıyor ya da çok küçükler. En büyüklerinden bile şüphelenmek lazım. Bunlar da merdiven altında iş yapıyor. Gözlerini para hırsı bürümüş.” Tüketiciler Birliği’nden bir dernek yöneticisi ise yapay tatlandırıcıların bisküvi ve gofret sektöründe, amacı dışında çok yaygın kullanıldığını ifade ediyor.
ASPARTAM SATIŞLARINI DURDURDU!
Piyasaya uzun süre yapay tatlandırıcı satan Kalealtı Sanayi ve Ticaret Limitet Şirketi firmasından bir yetkili, amacı dışında kullanım yüzünden üç yıldır yapay tatlandırıcı satışını durdurduklarını anlatıyor: “Bizim kayıtlarımızı inceleyin. Amaç dışı kullanıldığı için üç yıldır bu tatlandırıcıların satışını yapmıyoruz. Diyet ürünlerde kullanılması gereken bir madde; ama diyet ürün dışında neredeyse her alanda kullanılıyor.” Ürünü yurtdışından getiren ithalatçıların bile bir-iki torba hâlinde perakende satış yaptığını anlatıyor. Volkan Pastanesi’nin sahibi Erdal Usta ise baklava sektöründe ucuz ve kimyasal malzemenin yaygın biçimde kullanıldığını ifade ediyor.
Kimyasal tatlandırıcı kullanılsa bile günde 30 tabletin aşılmaması gerekiyor. Tüketiciler Derneği Gıda Komisyonu Başkanı ve Beslenme Uzmanı Ayşe Cengiz, şeker hastası ya da obezite hastalarına kesinlikle yapay tatlandırıcı kullanmamaları uyarısında bulunuyor. Gıda sektöründeki ürünlerde yapay tatlandırıcıların kullanım oranı net olarak yazmadığı için Ayşe Cengiz “Bir kekte ne kadar kullanılıyor, bunun su yüzüne çıkması gerekir.” diyor. Bunun için tüketicilerin etiket okuma alışkanlığına sahip olması tavsiyesinde bulunuyor. Tabii belediyeler ve Tarım Bakanlığı denetçilerinin de bu gözle gıda kontrolü yapması gerekiyor. Aksi hâlde, ürünlerin üzerinde miktarlar yazmıyorsa üreticiden bunun talep edilmesi, gıda derneklerinin haberdar edilmesi, gerekirse kanuni yollara başvurulması denenebilir.
Beslenme Uzmanı Cengiz, gün içinde 30 tabletin üzerindeki rakamı ciddi buluyor. Bu yüzden ambalajlı gıdaların yanında açıktan satılan baklava, dondurma, helva, süt tatlıları gibi ürünlerde de yapay tatlandırıcı kullanılıyorsa tüketici bu ürünlere çok dikkatli yaklaşmalı, özellikle ucuz ürünlerden emin olunmalı. Ayşe Cengiz, piyasada bu tip ürünlerin tüketim sıklığının düşürülmesini istiyor. İşin tüketiciye düştüğüne dikkat çeken beslenme uzmanı, sektörün ciddi denetlenmediğini düşünüyor: “Bu yasada var, ama bu yasalar ne kadar işlerlik kazanıyor? Ürünün üzerine yansıyor mu? Ciddi kuşkularım ve endişelerim var. Rahat olmak istiyorum. Tüketiciye önerirken ben bilmiyorum ki (ürünlerde yapay tatlandırıcı kullanılıyor mu, oranı nedir) sade vatandaş nasıl bilecek?”
ASPARTAM ‘İÇİNDEKİLERDE’ YOK!
Türk Gıda Kodeksi, hangi üründe ne kadar yapay tatlandırıcı kullanılacağını belirlemiş durumda. Örneğin 1 kilo baklavada en çok 1 gram kullanılabilir. Ancak market raflarında satılan birçok ürünün ‘içindekiler’ kısmında yapay tatlandırıcı kullanıldığı ifade edilse de ne kadar kullanıldığı (kaç miligram) yazmıyor. Bilinen markaların diyet ürünlerinin neredeyse hiçbirinde kullanılan tatlandırıcı oranı yazmıyor. Yasada yer almasına rağmen bu uygulamanın ürünler üzerinde yazmaması yasal yaptırımlar gerektiriyor. Ancak cezaların yetersiz kaldığı belirtiliyor. Tarım Bakanlığı, 2006 yılı içinde 350 bin denetleme yaptı. Sadece 3 bin 200 işyerine kapatma ve para cezası kesildi, yapay tatlandırıcılara ilişkin ceza sayısı ise çok daha düşük kaldı.
Yapay tatlandırıcılar Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na bağlı Türkiye Şeker Kurumu’nun onayını aldıktan sonra ithal edilebiliyor. 2000 yılında 162 ton olan yüksek yoğunluklu tatlandırıcıların ithalat rakamları 2007 sonunda 2 bin 400 tonu aştı. Yani sekiz yılda yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların ithalatı 13 kat arttı. Bu rakamların önümüzdeki yıllarda da artması bekleniyor.
Türkiye Şeker Kurumu’ndan Aksiyon’a yapılan açıklamada, yüksek yoğunluklu (yapay/kimyasal) tatlandırıcıların şekere ucuz bir alternatif olduğu belirtiliyor: “Yüksek yoğunluklu tatlandırıcı ithalat miktarlarının yıllar itibarı ile nüfus artışı veya sağlık gibi nedenlerle açıklanamayacak miktarda artış göstermesi, söz konusu ürünlerin fiyatının cazibesi nedeniyle yaygınlaştığını göstermektedir. 2008 yılının ilk yedi ayında ithal edilen miktarın 2 bin 190 tona ulaştığı dikkate alındığında ithalatı yapılan yüksek yoğunluklu tatlandırıcı miktarlarının diyet ve diyabetik amaçların çok üzerinde olduğunu göstermektedir.”
Bu ürünlerin amacı dışında kullanıldığını resmî rakamlardan tespit eden Şeker Kurumu’nun 2003 yılında yaptığı bir çalışmaya göre ithal edilen yüksek yoğunluklu tatlandırıcıların yüzde 4,8’i ilaç sanayinde kullanıldı. Bu da gösteriyor ki bu ürünlerin yaklaşık yüzde 95’i gıda sektöründe kullanılıyor.
ASPARTAM TRÖSTÜ VAR!
Her ne kadar kansere neden olduğuna dair kesin bulgulara ulaşılamamış olsa da 6 binden fazla üründe kullanılan yüksek yoğunluklu tatlandırıcılarla ilgili bilimsel araştırmalar sürüyor. Bu konuda dünyada en çok ses getiren araştırmaları İtalya’daki Ramazzini Vakfı yürütüyor. Vakıf, 2005 yılındaki deneylerde aspartamın farelerde kansere yol açtığını tespit etti. Bin 500 sıçanın yemeklerine Dünya Sağlık Örgütü tarafından öngörülen tüketim miktarı olan kilogram başına 40 miligramın yarısı, yani 20 miligram yapay tatlandırıcı eklendi. Bir süre sonra farelerin kansere yakalanma oranlarında ciddi artış olduğu tespit edildi.
Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer ise şekerin yerini alan kimyasal tatlandırıcılar hakkında araştırma ve haber çıkmamasının altında uluslararası bir tröstün yattığını söylüyor. Özer’in iddiasına göre bir dönem yapay tatlandırıcı şirketlerinde görev alan eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de kritik rol oynuyor. Kamuoyu üzerinde baskı oluşturuluyor, negatif propaganda yapanlara izin verilmiyor, aspartamın kansere yol açmadığına dair bilimsel araştırmalar yayımlatıyorlar. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer Kemal Özer, Türkiye’de diyetisyen kılıklı kişilerin (!!!) un, şeker, tuz denilen “üç beyazdan uzak durun” çağrısına karşı çıkıyor: “Bu üçünden uzaklaşırsanız yaşam biter. Her şeyi dozunda almak doğrudur. Aşırı kullanmayın demeleri gerekirken, çok tehlikeli şekilde ‘uzaklaşın’ diyorlar.”
Doktor Emin Mindan da sağlıklı yaşamak isteyen insanları her türlü yapay tatlandırıcıdan, hatta tatlandırılmış gıdalardan uzak durmaya çağırıyor. Gıda katkı maddelerinin ve yapay tatlandırıcıların kullanılmasının hastalıklara yol açtığını anlatıyor: “Kimyasal tatlandırıcıların hepsi vücuda yabancıdır ve zararlıdır. Tatlandırıcıları diyetten çıkarmak sağlıklı yaşam için yeterli olmaz. Beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi gerekir.” Buna göre sebze, az şekerli meyve, kuru yemiş, ev yoğurdu, peynir, et, tavuk, balık, zeytinyağı, tereyağı, köy yumurtası yenmeli; içecek olarak da şekersiz çay, bitki çayları ve su tercih edilmeli.
Yapay ya da kimyasal tatlandırıcılar şişmanlıkta ve şeker hastalıklarında kurtarıcı olarak görüldü. Hayvan deneylerinden geçerek insan kullanımına sunulan yapay tatlandırıcıların insan vücuduna ve genlerine yabancı olduğunu söyleyen Dr. Mindan, “Alıştığımız gıdaları bile tanıyamaz hâle getirirler. Örneğin bir bardak siyah veya yeşil çay önemli antioksidanlar içerdiği hâlde, tatlandırıcı ile vücuda zararlı hâle gelebilir. Çeşitli kolalı içeceklerde, gazozlarda, sakız ve bisküvi gibi yiyeceklerde kullanılan aspartam yüzde 10 oranında metanol (metil alkol - kimyasal alkol) içerir. Metanol de bağırsaklarda formaldehit’e (kanserojen bir madde) dönüşür.” diyor.
PANCAR ÜRETİCİSİNİ VURDU
Gıda Güvenliği Derneği Başkanı Samim Saner ise her maddenin fazla kullanılması durumunda zehirli olacağını iddia ediyor. Buna şeker, su ve tuzu da dâhil ediyor: “Günde 150 tane tatlandırıcı kullanıyorsanız, bu doz aşımıdır. Günde bir buçuk kilo şeker yiyorsanız bu da doz aşımıdır. Yüz gram tuz yerseniz öldürür. Çok yüksek miktarda su içerseniz (10/12 litre) ölebilirsiniz.”
Aspartam cinsi tatlandırıcıların Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi tarafından güvenilir olmadığına dair bir raporunun bulunmadığını ileri süren Saner’e göre ilk defa 1965’te ABD’de üretilen yapay tatlandırıcılarla ilgili bu ülkede uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda piyasaya çıkma izni aldı ve ABD, AB, Türkiye de dâhil olmak üzere dünyada 100’e yakın ülkede kullanım izni bulunuyor.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdür Yardımcısı ve Gıda Biriminden Sorumlu Prof. Nevzat Artık, yapay tatlandırıcıların sağlık açısından çok sorun teşkil etmediğini düşünüyor. Üreticilerin kendilerinden izin almadan üretim yapamadığını, denetlemelerin çok sık yapıldığını savunuyor. Yapay tatlandırıcıların kullanım oranlarıyla ilgili her türlü detayın Türk Gıda Kodeksi’nde yazdığını ifade ediyor. Tarım Bakanlığı bünyesinde gıda maddelerinin standartlara uygun olup olmadığını test etmek üzere 40 laboratuarı bulunuyor. Merdiven altı firmalarda yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların İstanbul gibi büyük şehirlerde kaçak yollardan üretilebildiğini, bunun da iskân kanunundan kaynaklandığını anlatıyor: “Biz kapatıyoruz, gidip başka yerde açıyorlar.”
Türkiye’de pancardan üretilen şeker miktarı yıldan yıla düşüyor. Bunun altında iki neden yatıyor. Birincisi kaçak gelen şeker, ikincisi ise yapay tatlandırıcılar. Türkiye’nin üç milyon tona yakın şeker ihtiyacının bir milyon 700 bini yurtiçinde üretiliyor. Aradaki bir milyon tonluk kaybın 600-700 bin tonunu kaçak şeker-nişasta bazlı şeker; kalan 300 bin tonluk kısmı ise Türkiye Şeker Kurumu’nun tahminine göre şeker eş değerindeki kimyasal tatlandırıcılar oluşturuyor. Pancar Kooperatifleri Birliği (Pankobirlik) yetkililerine göre sorunun asıl büyük boyutu çiftçileri ilgilendiriyor. Şeker fabrikaları tüketim ihtiyaçlarını göz önüne alarak çiftçiye uyguladığı kotayı gittikçe yükseltiyor. Her fabrika 20 bin çiftçiye ‘tarımsal istihdam’ sağlıyor. Bu hesaba göre, piyasada doğal şekerin yerini yapay şekerin alması 150 bin çiftçi ailesini doğrudan ilgilendiriyor. Bazı yetkililer, ortalama dört kişilik aile diye düşünülürse en azından 600 bin kişinin sadece kimyasal tatlandırıcılar yüzünden ürününü satamadığını düşünüyor.
İŞTE EN ÇOK KULLANILAN TATLANDIRICILAR
Aspartam (E 951), Asesülfam-K (E 950), Sakarin (E 954), Aspartam-asesülfam tuzu, Neohesperiden (E 959), Siklamat (E 952), Sukraloz (E 955), Taumatin (E 957)
KİMYASAL TATLANDIRICI NERELERDE KULLANILIYOR?
Türk Gıda Kodeksi’nin izin verdiği alanlar şunlar: aromalı içecekler, süt, meyve suyu, tatlı, çerezler, şekerlemeler, boğaz pastilleri, kakao, kuru meyve, sakız, dondurma, soslar, hardal, çorba, reçel, jöle, marmelat, meyve konservesi, balık, kahvaltılık tahıllar, fırıncılık ürünleri, kilo verme amaçlı gıdalar, diyet gıdalar, gıda takviyeleri, biralar, elma ve armut şarabı.
KOY ASPARTAMI, BAK TADINA!
Yapay tatlandırıcılardan siklamat, şekerden 45 kat, aspartam 200 kat, asesülfam K 200 kat, sakarin 300 kat, sukraloz 600 kat, taumatin 2 bin 500 kat daha fazla tat veriyor. Aspartamın yeni bir türü olarak kabul edilen yeni nesil tatlandırıcı neotam, şekerden 13 bin kat daha tatlı.
KİMYASAL TATLANDIRICILARIN NET İTHALAT RAKAMLARI
2000 162 ton
2001: 155 ton
2002: 352 ton
2003: 771 ton
2004: 1 518 ton
2005: 1 551 ton
2006: 1 196 ton
2007: 1 792 ton
2008:* 2 190 ton
*Ocak-Temmuz ayları arasında gerçekleşen ithalata ait değerlerdir.
Kaynak: Türk Şeker Kurumu
AKSİYON, 2008
Kemal Özer’e Cevap
Konu hakkındaki yorumlara geçmeden önce Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özerin şu hakaret dolu cümlelerine düzeltme yapmak gerekiyor. Özer şöyle diyor ‘Türkiye’de diyetisyen kılıklı kişiler (!!!) un, şeker, tuz denilen “üç beyazdan uzak durun” çağrısında bulunuyor. Halbuki “Bu üçünden uzaklaşırsanız yaşam biter. Her şeyi dozunda almak doğrudur. Aşırı kullanmayın demeleri gerekirken, çok tehlikeli şekilde ‘uzaklaşın’ diyorlar.”
Her ne kadar diyetisyen değil, beslenme ile uğraşan bir hekim olsam da bu lafları üzerime aldım. Çünkü yıllardan beri savunduğum taş devri diyeti, diyetteki un ve şekerin iyice azaltılmasına dayalı bir beslenme tarzıdır. Akademik seviyede bu konunun öncülüğünü yapan birkaç öğretim üyesinden biriyim.
Özer ‘bu üçünden (un, şeker, tuz) uzaklaşırsanız yaşam biter’ diye ahkam kesmiş. En az 3.5 milyon yıl olan insanlık tarihinde tahıllar on bin yıl, şekerler ise birkaç yüzyıl önce insanların yiyecekleri arasına girmiş. Özer’e göre daha önce insanlık neslinin yaşayabilmesi mümkün değil. Peki bu zamana kadar insanlık nesli nasıl sürmüş? Üstelik taş devrinde yaşayan insanların fosil incelemelerinde kemik ve diş yapılarının mükemmel olduğu ve kanserin ise nerdeyse hiç olmadığı ortaya konmuştur. Günümüzde hala bu tarz doğal yaşayan yani un-şeker tüketmeyen Masailer, Aborjinler, ve Eskimolar gibi topluluklar var. Onlar da hala yaşıyorlar. Üstelik bu insanlar geleneksel geleneksel gıdalarını yedikleri (yani unlu şekerli yemedikleri) ve yiyecek bulabildikleri sürece son derece sağlıklı ve kalp hastalığı, şeker hastalığı, şişmanlık, kemik erimesi, kanser, romatizma gibi birçok kronik hastalıktan uzak yaşıyorlar.
İşte böyle sayın Özer fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olunmuyor. Sağlık ve Gıda Güvenliğimizi böyle korumaya devam ederseniz vay bizim halimize! Bu arada tatlılarda mısır şurubunun da aşırı bir şekilde kullanıldığını, bunun da sağlığımız için çok sakıncaları olduğunu vurgulamak istiyorum. Üstelik bu mısırların çok büyük bir bölümünün genetiği değiştirilmiştir. Bu konuda en son şunu söylemek istiyorum. Çay şekeri kötüdür, mısır şurubu ondan da kötüdür; ama bunların içinde en kötüsü tatlandırıcılardır. Eğer tatlı yaşamak istiyorsanız tatlı yemeyin.
Prof. Dr. Ahmet Aydın
Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın yorumu
Mesane kanserine neden olabileceği için sakkarin isimli tatlandırıcı yasaklanmış, onun yerini büyük ölçüde başka bir tatlandırıcı olan aspartam almıştır. Dünyada yaklaşık 6,000 hazır yiyeceğin içinde aspartam bulunmaktadır. Yaklaşık 4,000 hazır yiyecekte de diğer tatlandırıcılar kullanılmaktadır.
Aspartamın formülü • Aspartik asit (%40): Sinirsel uyarıcı • Fenilalanin (%50): Fazla alındığında beyin için zararlı• Metil alkol(=ispirto) (%10)
Metilalkol, kanserojen formaldehite dönüşür
Aspartamın zararlı olup olmadığına dair yapılan araştırmalar (1,2)

Zararı yok
Zararlı
İlaç firmaların sponsor olduğu araştırmala
Bağımsız araştırmalar(92)
%100
%8
%92
Fare-aspartam- beyin tümörü
Çalışma fareler 4 haftalık iken başlamış ve 104 hafta sürmüştür. Aspartam firması tarafından yaptırılan bu çalışmanın diğer verileri açıklanmamıştır. FDA bu verilere göre aspartam kansere neden olmuyor sonucunu çıkarmıştır! (3)

Aspartam verilenlerde beyin tümörü
Aspartam verilenmeyenlerde beyin tümörü
Erkek
Dişi
7/155 (%4.5)
5/158 (%3.2)
1/59 (%1.7%)
0/59 (0 of 59 (0%)
aspartamın kansere yol açmadığı sonucuna ulaşılmıştır (4). Yaklaşık iki yıl süren bu çalışmaların da ayrıntılı verileri ise nedense açıklanmamıştır!!!!!!
Fare-aspartam-lösemi-lenfoma
Ramazzini Kanser Enstitüsü 1600 fare üzerinde yaptıkları araştırmada aspartamın insanların kullandıklarına çok yakın dozlarında lösemi ve lenfomalara neden olduğunu göstermiştir (5).
Bu çalışmada hem fare sayısı çok fazladır hem de çalışma süresi iki değil üç yıldır (normal fare ömrüne yakın).
Aspartam’ın Zararları
Baş ağrısı
Unutkanlık
Eklem ağrısı
Bulantı
Uyuşukluk
Kas spazmları
Şişmanlık(!!!)
Döküntü
Migren
Depresyon
Yorgunluk
Huzursuzluk
Konvülsiyon
Uykusuzluk
Görme kaybı
İşitme kaybı
Çarpıntı
Soluk zorluğu
Korku atakları
Ağzı dolanma
Tat Kaybı
Tinnitus
Baş dönmesi
Parkinson
Mültipl skleroz
Kanser
Kaynaklar
http://www.dorway.com/peerrev.html,
http://www.holisticmed.com/aspartame/100.html
Ishii H, Koshimizu T, Usami S, Fujimoto T. Toxicity of aspartame and its diketopiperazine for Wistar rats by dietary administration for 104 weeks. Toxicology 1981;21:91-94.
FDA (Food and Drug Administration). 1981. Aspartame: com­missioner's final decision. Fed Reg 46:38285-38308.
Soffritti M, Belpoggi F, Esposti DD, Lambertini L. Aspartame induces lymphomas and leukaemias in rats. Eur J Oncol. 2005; 10 (2):107-16

27 Temmuz 2009 Pazartesi

SAKINAN GÖZE FIRTINA BATTI!







































Sitenin girişine ektiğim pembe fidesine güvenlik görevlilerimizin hepsi gözleri gibi bakıyorlar sağolsunlar.Herhalde başında 24 saat nöbet tutulan tek pembe bizimkisidir arkadaşlar!Tam da güvenlik kulübesinin önüne ekmiştim.Etrafındaki gülleri bile iyice budamışlarki bizim haspa daha da rahat büyüsün diye.Sulama yaparken yapraklarına su gelmesin diye az uğraşmıyorlar.Hepsi dört gözle meyvelerin oluşmasını bekliyor.Dün malum korkunç bir fırtına vardı.Ne yazıkki bazı dalları ortadan yarılıvermiş nazlı pembe kızımın!Güvenlikte bir telaş ki sormayın,görende sanki Allah korusun sitede cinayet işlendi sanır!Nasıl üzgünler nasıl mahçuplar anlatamam.Hemen bir parça tülbent,biraz kağıt bandaj,bolca doğal ip,makas,çapa ve yağsız süt yanıma alarak,ilkyardım yapıverdim.Resimlerde gördüğünüz beyaz sargılar bizim hanımın estetik operasyonundan sonraki hali efendim!Sargıları ne zaman alacağımı zaman gösterecek!Hastamızın iyileşme süresinin zahmetsiz ve çabuk olmasını dilemekten başka yapabileceğimiz birşey yok!Çatlayan dalları sıkı sıkı tülbentle sarıp bandajladım.Alt ve üstlerindeki ağırlık yapabilecek bazı dalları aldım.İyice her dalı ipe alıp sonsuz işaretimizle sabitledim.En sonunda da bir litre yağsız süt ve su karışımı ile şımarttım.Bakalım ne olacak?Başka bir yöntem bilen varsa pembe domateslik namına yorum yapsın lütfen!
Ben tam bunları yaparken güvenlikçilerden birinin babası cepten aradı oğlunu.Hatay'ın bir dağ köyünden bizim kızın halini sordu!Anlayacağınız sadece siteye giren çıkan değil güvenlikçilerin memleketlerindeki akrabaları bile bizim kızı tanıyor,seviyor ve hepsi organik tohumlarının peşinde!Hataylı amcadan biraz yanık gübre mi istesem :)))
Sevgiyle kalın
Yeşim Güriş

26 Temmuz 2009 Pazar

PATATES KIZARTMALI DOMUZ GRIBİ ALIR MIYDINIZ???



Domuz gribi de nerden çıktı diyenler bir bakıversinler şu son haberlere!Patatesin genlerine ne yaptılarsa ''seçkin'' biyoteknoloji dehaları!Gerçek olmasa bile ürkütücü ve her zaman mümkün.








Caanım kıraç patatesini katledenler ''N'ö rüyon guzum'' yerine ne getirdiler acaba Nevşehir'e?Sanırım kanoladır!Cipsten kızarmış patatese dek her yere soktukları GDO lu zehirler ve hala onları tüketen sizler???


Sadece Nevşehir mi!Nerdeyse her öğün patates yiyen mesela Dublin'e bir göz atalım!http://www.gmfreeireland.org/potato/photos.php


Oldu da GDO lu patates yasaklandı.Bu sefer de karşımıza Amflora gibi hoş bir isimle endüstriyel patates nişastası olarak çıkıveriyor!Hiç pes etmiyorlar değil mi!




Halbuki 2006 da BASF bakın ne yapmış!






Yeniçerilere aşinalığımızdan Mehter adımları hiç yabancı gelmez bize sanırım.Tıpkı burada olduğu gibi Ama açgözlülük adımları bile değiştirmiş!

''Sevgili kamuoyu bak yasaklıyoruz yıl 2006 !BİR GERİ!Hop ay bişeycik olmaz hem EFSA onaylı buyrun yiyin cips olmazsa nişasta olur hem daha çok ürüne girer süpper yıl 2009!DÖRT İLERİ!''


Zaten büyüme hormonlu antibiyotikli ve de GDOlu patates nişastalı sosisin yanına da kanola da kızartılmış patates kızartması alırsınız değil mi?Kola zaten hep olmalı ki ilaç borsası hep yükselsin!Daha da iyisi light kola!Yaşasın hasta milyarlarca insan!


Cheers!


Sevgiyle kalın


Yeşim Güriş

ZAMAN'DA PDA'MIZ


Mekanı Cennet olsun sevgili Pembe Anamız,Hafize Baliç...
Gazeteden aldığım resimde sayın Arzu Karavana ve Büyükçekmece'de ailecek büyüttükleri leziz pembeler.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=872998&title=1550-kisi-pembe-domatesin-pesinde


Bizim kontrolümüz dışında yapılan hataları saymaz isek,PDA'mızı anlatan yeni ve hoş bir yazı yayınlandı geçen cumartesi.
Ben burada bazı düzeltmeler yapayım ki okurlarımızı da tekrar yanıltmayalım.
Kurucularımızdan sevgili Avniye Hanım internet hukukçusudur,sevgili Mehmet Bey ise profesyonel turizm yöneticisidir.
Yasa zaten 2006'dan beri yürürlüktedir.Sanırım burada vurgulanması gereken hem Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik hem de meclisin açılması ile yürürlüğe girecek olan sorunlu Biyo-Güvenlik yasa tasarısıdır.TOHUMCULUK YASASI"nın 2011'den itibaren yürürlüğe sokacağı 5. Maddesi ancak 'kayıt altına alınmış tohumların' ekimine olanak tanıyacak. Tohumuna patent alamayan çiftçiler ise, tekel durumundaki uluslararası şirketlerin insafına terk edilecek. 2011'den itibaren kayıt altına alınmamış tohumluklarını satan köylüler, ağır para cezasına çarptırılacak ve el konulan ürünler imha edilecek. Böylece Anadolu'nun zengin türleri doğallığını yitirecek.http://pembedomates.blogspot.com/2009/05/tohumculuk-yasa-tasarisi-hakkinda-pda.html

Biz Yahoo'da değil Google'dayız.

PDA özellikle İsrail'e karşı değil,terminatör teknolojilerin ülkemize sokulmaya çalışılmasına ve bu teknolojilerle tüm doğanın yok edilmesine karşıdır.
Genetiği değiştirilmiş gıdalar platformunu hiç duymadım!GDOHP yani GDO'ya Hayır Platformu ise bu konunun en önde gelen savaşçılarından biri olarak sanırım anlatılmak istenen platformdur.
Hatalara rağmen uğraşıp yazı hazırlayan ve emeği geçen herkese teşekkür ederim.Bu kadarı kadı kızında da olurmuş :)


Mekanın cennet olsun Hafize Ana...

Sevgiyle kalın
Yeşim Güriş

CumaErtesi
1550 kişi pembe domatesin peşinde
Arzu ve Rasim Karavana, Büyükçekmece'deki apartman bahçesinde yetiştirdikleri pembe domatesleri komşularıyla paylaşıyor.İletişim uzmanı Avniye ve Mehmet Tansuğ'un 2005 yılında başlattığı 'evde pembe domates yetiştirme serüveni' tüm Türkiye'ye yayılmış durumda. 1550 kişi balkonunda ve bahçesinde pembe domates yetiştirmek için uğraşıyor.
Anne-babalar gece gündüz demeden bir çocuk büyütmek için nasıl emek harcıyorsa Pembe Domates Ağı (PDA) üyeleri de aynı şekilde pembe domateslerine bakıyor. Gaziantep'te genel cerrahi uzmanı olarak görev yapan Cahit Kuyucu, İzmir'de bilgisayar teknisyeni olan Nail Sarı, Balıkesir'den Ayfer Akşit, Samsun'dan Ersan Yapıcı ve ailesiyle birlikte PDA'ya gönül veren Büyükçekmece'den Rasim Karavana, üyelerden sadece birkaçı. Rasim Bey'in 6 yaşındaki küçük kızı Deniz de PDA'nın en küçük üyesi. Apartmanın bahçesine ektikleri 10 kök pembe domatese gözleri gibi bakıyor, şefkatle seviyor, kızaran domatesleri ise komşularıyla paylaşıyorlar. Arzu Karavana, eşinin domateslere kızları gibi baktığını söylüyor.
PDA üyelerinin iki önemli görevi var. İlki yetiştirdikleri her domatesin tohumunu mutlaka çıkarmak, kurutmak ve mart ayına kadar saklamak. Çünkü martta yeni katılan üyelere kargoyla tohum dağıtımı yapılıyor. Evet kargoyla dağıtılıyor. Hem de tüm tohumlar 20'şerli gruplara ayrılarak ve özel bir şekilde paketlenerek. Bu işin üstesinden grubun koordinatörlerinden Nalan Cantav, Şefika Görgülü, Münevver Eminoğlu, Sevinç Baliç, Emine Yalçın ve Yeşim Güriş geliyor. Ancak burada önemli bir nokta var. Gruba herkes kabul edilmiyor. PDA'nın manifestosunu kabul eden ve bu mis kokulu sebzenin yetişmesine canı gönülden katkıda bulunacak kişiler titizlikle seçiliyor. 'Aaa balkonda domates yetiştirmek ne güzel fikirmiş' gibi sadece hobi amacıyla bu işe heves edip sıkılınca oyuncağını atan çocuklar gibi davrananlara PDA'da maalesef yer yok. Yıllardır profesyonel turist rehberi olan Yeşim Güriş, "Bu tohumlar bize emanet ve yetiştiren herkesin bu emanete sahip çıkması lazım. Kaybolmak üzere olan bu tohuma, üye olan herkesin saygı duymasını istiyoruz." diyor.
Basit bir hobi değil
İkincisi ise deneyimlerini bir blog açarak paylaşmak (açamayanlar, moderatör Nalan Cantav'a bu işi devrediyor) ve böylece pembe domates yetiştirmeye gönül veren diğer kişilere sanal bir kaynak oluşturmak. Daha da önemlisi Türkiye'nin pembe domates envanterini geliştirip zenginleştirmek. PDA'nın en ilginç yanı bu web günlükleri ve Yahoo'daki grupları. Çünkü öyle içten ve samimi paylaşımlarla karşılaşıyorsunuz ki, pembe domatesin peşine düşen bu insanlara hayran oluyorsunuz. Mesela "Pembelerim hastalanmaya başladı, resimleri blog sayfama yükledim, bu konuda bir bilgisi olanlar lütfen bana yardım etsin." ya da "Fidelerim böceklenmeye başladı, şimdi ne yapmam gerekiyor." şeklindeki imdat çağrıları herkeste hem bir telaşa hem de tatlı bir tebessüme sebep oluyor. Sorunlar bu kadarla bitmiyor. Domatesten nasıl uç alınır, altı çürüyen domatese ne yapmak gerekir, çiçeği dökülen fidenin ilacı ne, ya beneklenenler ne olacak? Tüm sorular, sorunlar ve çözümleri bu platformda tartışma konusu haline geliyor.
Pembe domates neden bu kadar önemli ve pek çok insanı PDA çatısı altında buluşturan, böylesine derin bağlarla birbirine tutunduran güçlü duygunun sebebi ne? Anlatalım; pembe domates 3 yıl öncesine kadar kaybolmak üzereydi. PDA sayesinde çoğaltıldı ve tüm Türkiye'ye orijinal tohumları dağıtıldı. Domates familyasında zaten az bulunan bir tür. Evladiyelik (heirloom) olarak bahsediliyor kendisinden. Bir başka deyişle genetiği değiştirilmemiş bir ürün. PDA üyelerini bir araya getiren güçlü duygunun nedeni ise genetiği değiştirilen gıdaların gelecekte hayatımızı tehdit edecek olması. Karıncaların bile yemediği tohumların özellikle İsrail kökenli şirketler tarafından tüm dünyaya satılacak olmasına dur demek istiyorlar.

'Pembe domates Ağı nasıl kuruldu?'
2006 yılında İstanbul'da bir apartmanın balkonundaki "Evde Pembe Domates Serüveni" ile başlayan; daha sonra Türkiye'deki evladiyelik (heirloom) doğal pembe domateslere sahip çıkarak, onları yine doğal yöntemlerle evlerinin balkon veya bahçelerinde yaşatmaya karar verenlerin katılımıyla oluşan ve genişleyen toplumsal ağ... Avniye ve Mehmet Tansuğ grubun kurucusu. Kaybolmak üzere olan pembe domates tohumunu ise Çerkezköy'de yaşamış merhume Hafize Baliç'ten edinmişler.
Tohumculuk Yasası orijinal tohumları nasıl yok edecek?
Ülkemizde tıpkı pembe domates gibi çeşitliliği ve değeri çok yüksek olan 3 binden fazla kendine has tarımsal bitki türü ya yok olmuş ya da yok olmak üzere. Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar Platformu, bu gidişata dur demek istiyor. Bu amaçla da 2011'den itibaren yürürlüğe girecek olan Tohumculuk Yasası'nı protesto ediyorlar. Platformun pek çok üyesi aynı zamanda PDA'dan... Yasanın 5. maddesine göre ancak 'kayıt altına alınan tohumların' ekimine izin verilecek. Bunun ne anlama geldiğini Rasim Karavana şöyle anlatıyor: "2011'den sonra kayıt altına alınmamış tohumlarını satan köylüler para cezası, ürünlerine el konulması gibi olumsuz durumlarla karşılaşacak. Tohumunu kayıt altına aldıramayan çiftçi, ıslah yetkisini elinde bulunduran çoğunluğu da yabancı olan büyük şirketlerden tohum almaya mecbur bırakılacak. Bu şirketler ıslah yetkisini elinde bulundurduğu için tohumların genetiği ile oynayıp tohumları kısırlaştırarak köylümüzü kendilerine mahkum edecek, çiftçimiz her sene tekrar tekrar bu şirketlerden tohum almak zorunda kalacak. Çiftçimizin uzun yıllar geleneksel ve doğal yollarla ıslah ettiği zengin yerel ve doğal tohumlar yok olma tehlikesi ile karşılaşacak. Dolayısıyla bu topraklarda yüzyıllardır, insan emeğiyle tamamen doğal ortamında oluşan evladiyelik tohum çeşitliliğini, 'kayıt ve patent' zorunluluklarıyla yok edecek bu yasanın ve keza mevcut kanuna bağlı olarak çıkarılacak 'Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik'in yeniden, uzman kurullar tarafından ve tüm kamuoyu önünde açıkça tartışmaya açılmasını istiyoruz."








Haber:Sevinç Özarslan




25 Temmuz 2009, Cumartesi

22 Temmuz 2009 Çarşamba

NASIL BİLMEDEN KATİL OLMUŞUM!

NASIL BİLMEDEN SERİ KATİL OLMUŞUM!

İnanın isteyerek olmadı,hatta katil olduğumu idrak etmem bile yıllar sürdü...Amacım sadece hayatta kalmaktı.Ah bu boğaz yok mu bu boğaz!Boş olunca ayrı bir dert,pis olunca ayrı,ah dostlar ah!Pişmanım hemde çok pişmanım.Biliyorum sanki alay edercesine onca katliamdan sonra özür dilemem hele böylesine ciddi bir konuda hiçbir fayda sağlamaz ama lütfen bana daha henüz çok geç kalmadığımı söyleyin.Şuursuzca yaptığım yada neden olduğum bunca rezil seri infazdan sonra bile,minicik te olsa bir umut olma ihtimalinden hala bahsedebileceğinizi fısıldayıverin şu ağır işiten kulaklarıma.Sarı sulu gerçek limonların zümrüt yeşili yapraklar arasından keyifle gülümsediği son ferah kokulu bir limonluk muhakkak kalmıştır bir yerlerde hala...

İlk cinayetimi mi soruyorsunuz?Anlatayım efendim.Aslında buna cinayete teşebbüs hatta intihara teşebbüs dersem daha doğru olur çünkü beni bağlıyor daha çok.Hatırladığım kadarı ile ilki,dört beş yaşlarında duvarlara tırmanan bir afacanken,annemin uslu durmam için verdiği ''paylak kıymızı' ' renkli horoz şekeri idi.İtiraf ediyorum bayıla bayıla yemiştim.''Paylak kıymızı'' pabuçlarıma uyan kocaman kurdelemin ''kıymızısı'' ile yarışırdı çekicilikte .Nerden bilsin zavallı kadın beni uslandırmak yerine daha da azdıracağını bu mükafatın!Zavallı ev halkı ve komşular,az çekmediler benden!Tabi sadece rengarenk şekerlerle kalsa iyi,ardından bol bol çukulatalar da yediğimi itiraf etmeliyim.Ama benim yediğim en azından pancar şekeri ile üretileni imiş.Nişasta bazlı şeker mi,fruktoz şekeri mi,glikoz mu ne deniyormuş adına bu aralar,ay kafam karıştı valla!Şimdilerde genetiği bozulmuş soya lesitini ile beraber her işlenmiş yiyeceğe konuyormuş pancar şekerinden daha ucuza mal ettiği için üreticiler.Tabi çukulata başta olmak üzere,siz deyin 500,ben diyeyim tükettiğimiz 1000 çeşit market rafı güzelinde bol bol varmış bu sağlık düşmanlarından.Bizim bir zamanlar yediğimiz pancar şekerinin yerini almış meğerse çoktan bu laboratuvarda genlerini mi de ne bozdukları,acayip şey.Allahtan bizim çocukluğumuzda öyle binbir çeşit kolalı boyalı içecekler,katil cipsler,zehirli sakızlar filan henüz yoktu!Gofretler de,şekerlemeler de,çukulatalar da daha masumdu,tıpkı tüm çocuklar gibi.En fazla yapabileceğiniz hovardalık,parmak bisküvi ile gazozdu,bir duvar üzerinde salyangoz arama timinin yorucu bir günü sonrasında.Tabi o mola da,haylaz bir kedinin önünüzden ok gibi geçmesiyle tetiklenen ve babaların eve döndüğü günbatımına dek süren koşuşturma ve kahkahalarla yorgun bitap yemek masasında biterdi...Ne mi yerdik?Tıpkı her çocuk gibi annemizin özen ve sevgi ile pişirdiği en güzel yemekleri.Pazardan alınmış taptaze,vitamin ve mineral deposu sebze ve meyveleri.Hala saf zeytinyağı ile pişerdi hepsi.Bakla lüzumsuz bir mecburiyetti benim için o zamanlar ama iyi ki nefis bir yoğurt vardı annemin yaptığı yanında da idare ediyordum orsa boca.Ah kasap amcanın o pamuk gibi yumuşacık ''saplı etleri''...Hala ağzımın suyu akar ama o korkunç ciğer yok mu,hep kabusumdu,hala da öyledir ya!

Seri cinayetler sanırım ilk domatesle başladı.'80'lere kadar tüm kış boyunca nasıl özlerdim tombik sulu domatesin mükemmel birlikteliğini o leziz Ezine ile.Bu iki lezzet yaz tatili ve derin tutkum denizin de müjdecisi idiler.Sanırım orta bire giderken,o zamanlar kar da yağardı şehrimize,soğuk karlı bir Ocak günü annem kahvaltıda önüme koyuvermişti.Çocuğuz ya,mutfakta on kaplan gücündeki anneme,masaya o zamanki kahramanım Kızılmaskeyi getirmişçesine sarılıp teşekkür etmiştim bir çırpıda servis gelmeden bitmesi gereken kahvaltı koşuşturmacasında.Daha ilk ısırıkta bunun benim aşkım domates olmadığını anlamış olsam da,annemin keyfini kaçırmamak adına hiç ses etmemiş,bu yeni tadı da masama ve kış mevsimine dahil edivermiştim.Anneannem ile dedem ise ilk ısırıktan sonra bir daha ağızlarına hiç kış domatesi sürmemişlerdi.Sanırım onların bir bildiği HEP vardı!Çocuktum,anlamamışım.Zaten mutfaklarına da ne margarin girdi ne de hastalık...Varsa yoksa sızma zeytinyağı yada en iyisinden has Trabzon yağı!Dedem son zamanlarında pek şikayet eder olmuştu bir türlü istediği lezzetleri bulamamaktan.Yaşlandım herhalde eskisi gibi tat alamıyorum galiba derdi asıl sebebi bilmeden,geçiveren yılları suçlarcasına.Turhan Sultan'dan bu yana şifa deposu Mısır Çarşısının içine düşürüldüğü plastik çöplüğü zavallı haline hayıflanır,kuyumcudan,incik boncuk satan dükkanlardan arda kalan üç beş tane asırlık şifacı dost dükkandan alışveriş ederken,daha neler göreceğiz bakalım derdi.Ne Ezine Ezine gibi ne kalamata kalamata gibi!İyiki Kurukahveci Mehmet Efendi hala orada idi.Anneannemin çeyiz sandığından çıkma incecik porselen fincanlarına sığınıverirlerdi anıların hüzünlü buğusunda.Çocuktum,anlamamışım...

Ankara'da üniversitede okurken iki arkadaş aynı evi paylaşmıştık.O zamanlar da yemek pişirme tutkusu olan ben evin aşçısı ve yeme içme müdürü idim.Tabi bu durumda parayı ortak koysak ta satın almacı,yine bendeniz idim.Semt pazarında artık sadece Ocak domatesi değil,Mart salatalığı,Şubat patlıcanı,Kasım çileği,Aralık kabağı da vardı.Eski ağza yeni taam sandım.Ha Ha Ha dan çok Ah Ah Ah!İtiraf ediyorum.Hepsinden satın aldım.Hiçbirinin gözünün yaşına bile bakmadım.Aldım,pişirdim ve yedim,daha da kötüsü tüm sevdiklerime de yedirdim!Ne yaptığımın kesinlikle bilincinde olmadan,lütfen en azından buna inanın!Asıl felaket mezun olup çalışmaya,daha fazla paraya ama daha az zamana sahip olunca başladı.Yemek yapmak doyumsuz bir ritüel ama vaktin var ise!Alışverişe bile vakit ayıramazken...Kim uğraşır onca detayla deyiverdim tembelliğe ve sonsuz tüketme çarkına yenik düşerek.Hele de ucuzunu ve hızlısını bulmuşken!Park eder etmez bir dakika içinde tertemiz,pırıl pırıl,herkesi keyifli hissettiren bir market vardır elbet yakınlarınızda. Olmazsa şaşarım!Yirmi dakikada tüm sepet ağzına kadar doluverir en sevdiğinizi sandığınız müzikler eşliğinde.Cırt kredi kartı çekildi bile.Para harcamamak ne güzel bir duygu!En az 10 mil kazanmışımdır bana 158 liraya mal olsa da!Bir uçak bileti 170 TL. ama mil daha hesaplı galiba çünkü aynı uçuş sadece 15 bin mil!Bol bol kartımı cırtlatmalıyım ki bedava uçayım!Eh,eve geldim,canım da sıcacık bir çorba çekti.Çorba mı,hop aç paketi,karıştır iki dakikada ısıtıcıda ısıttığın kaynar su ile işte oldu sana bol kıvamlı mercimek çorbası.Mono sodyum gulugulu mu ne dediniz işitemedim???O zamanlar MSG'tan kimsenin haberi bile yoktu tabi.Mikro dalgaya koydum mu şu paketi sebzem de etimde 4 dakikada hazır!Zaten dalından pıt diye kopartılıp zırt diye anında dondurulmuş bu bezelyeler,hem de akrep geni mi ne konmuş ki yiyen böcek hop ölüversin anında,hepsi tek ton yeşil 810'a boyanmış ve bir boy.Bana mı yok canım birşeycik olmaz,zaten televizyon programına telefonla bağlanan profesör garanti de verdi bişeycik olmuyormuş!Babaannem yemekle pişeceksin derdi,pöh ne saçma!Kim bekler o kadar saat tencere başında!Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz yoksa ayyy ne anti modern bir duruş!Bak üzerinde de sıfır katkı maddesi yazıyor tüm plastik paketlerin.E bilmem kaç ta yazıyor galiba minicik amaaaan boş ver.
BENİM marketiM iyidir çünkü onu BEN seçtiM ve BEN hep en iyisini biliriM!Meyveyi de bir kalem de geç,bir de onun için tabak kirletmeyeyim hem kırk saat çiğneyip yorulamam, şu zıpzıp kek nefis.İnsanın beyni dönüyor her lokmada!Ne MSG bağımlılık mı yapıyormuş!Hele yanına buz gibi bir de kola açtım mı!Tıpkı reklamdaki kız gibi acayip havalı ve zengin görünüyorum bu mereti içerken!Bu aralar diyet kolaların tadı daha da bir harika.Tatlandırıcılar ve karaciğer yağlanması,Alzheimer, Parkinson, kanser.Yok daha neler!Aman bu bir grup profesör de habire ekrana çıkıp bizi korkutuyorlar.Bilim düşmanı,ilerleme karşıtı bunlar mirim!Kim dinleyecek bunca iç karartan vıdı vıdıyı bak ne güzel dizim de başlıyor.Jenerik müziğine tapıyorum.Nerde benim cipslerim?Bunda da mı GDO varmış!Ama GDO'lar hani açları doyurmak içindi!Acaba Afrikalıları mısır cipsi ve kola ile mi doyurmayı planlıyorlar???Ne hoş!Moralim biraz bozuk azıcık çukulata da iyi gelir.Uf ya her şeyi unutur oldum bu aralar halbuki daha yolun yarısını bile etmedim!Şair şaşırmış hesabı besbelli!Rezalet,marketten çukulata almadan çıkmışım.Neyse yarın kardiyoloğuma giderken yanındaki marketten alıveririm.Hem ekspres kasası da var,ne iyi kalpliler hep beni düşünüyorlar!Şu minicik kaktüsü de televizyonumun üzerine koydum mu bak artık radyasyon filan bana asla etki edemez.Bilinçli ve okumuş bir aydın olmak ta ne iyi birşey canım...Şeker haplarımı yemek öncesi almamışım galiba,kolesterol hapımla beraber yatmadan önce içerim artık.Bu yeni uyku hapları sanki beni biraz sersemletiyor mu ne!40 yaşına geldiğimde doktorum değiştirecekmiş!

''Afedersiniz doktorcum randevuları karıştırmışım.Bugün meğerse iç hastalıkları uzmanıyla randevum varmış hay Allah!Şu metabolik sendrom sadece kilo aldırmakla kalmıyor sanırım!Kusuruma bakmayın çok çalışmaktan hep!Yanlış beslenmekle alakası yok,nerden de çıkardınız bunu canım.Milyonlarca modern ve çalışan insanın yaptığı gibi,ben de marketlerden son bilimsel keşif ürünü,süper hijyenik,raf ömrü uzun,üç dakikadan az sürede hazırlayıp iki dakikada mideye indirdiğim teknoloji harikası ürünlerle besleniyorum.Acaip pratikler!Ehhm,haklısınız biraz spor yapsam iyi olur ama malum vaktim yok çok çalışıyorum da!''

Ah ellerim kırılsa idi de o büyüme hormonları,rbGH miymiş neymiş, ve nişastalarla şişirilmiş antibiyotik bombası bonfilelerden almasaydım.Onca zaman nasıl da anlamadım köpük köpük kötü kokular salarak tavada minicik ve kayış gibi kalışından!Et dediğin öyle mi olur!Anneannem kasapta uzun uzun anlatmıştı kaç kere halbuki...Nerden bileyim ben,her ete benzer hazır paket satın aldığımda,zavallı bir sığırın demokratik yaşam hakkını da dilim dilim katletmişim.Bana daha az maliyete daha çok et satabilmek adına hayvanlara tarifi imkansız vahşetler uygulayan katillerle işbirliği yapmışım.Adamlar tıkmışlar gariban hayvanları bit kadar yere,habire şişirmişler et ve süt versin diye,dayamışlar binbir çeşit kimyasalı.Zavallılar diz boyu b.. içinde,hayatları boyunca yerlerinden bile kıpırdayamıyorlarmış tek bir çimen dahi göremeden betonların üzerinde!Düşünsenize ne hallere sokmuşum bu zavallı ağzı var dili yok cefakar güzel gözlü dostları sırf vakitsizlik adına.Benim için kuzunun en güzel yerlerini kendi elleri ile özenle hazırlayan kasap amca ne yapsın!Otlak ve kuzu kaldı mı ki,bizim evin saplı et paketini hazırlarken bana özel,minik,kekiksiz paketi de yanına ekleyiversin.Kapatmış gitmiş çoktan torun bakıyor bir apartman tepesinde.En sevdiğim parmak bisküvi artık üretilmiyor,bakkal amca ben gitmediğim için işsiz kalmış bakkalını kapatınca.Halbuki ne keyifli idi annemin eteğine yapışmış,minicik boyumla,o kocaman renk cümbüşü ve nefis kokular arasında,hayal alemine dalmış alışverişin bitmesini beklerken,elime büyük bir şefkatle tutuşturulan her seferinde farklı ''paylak'' renklerle sarılı çukulata kaplı kıtır bisküvi!Kokusu hala zihnimde yankılanıyor.Kardeşimin favorisi tavuk,normalde üç ay olan büyüme süresi sırf daha fazla para kazanma hırsı yüzünden ne işkencelere maruz kalmış anlatmayayım daha iyi!Tabi tavukçu da kapanmış,gerçek tavuk üretenler haksız rekabetle baş edemeyip kapatınca....Tıpkı vuruşturma oynadığımız kayısı renkli leziz yumurtaları satan amca gibi.İtiraf ediyorum ben de ayılana kadar,o hilkat garibelerinden aldım ve oh ne kolay 20 dakikada nasılda hemencecik lime lime pişti ama niye diye sorgulamadan,zaman yokluğu nakaratını tekrarlayan koroya katılarak!Geçenlerde bir makale okudum.Artık okumaya vaktim var çünkü boş televizyon dizileri seyretmiyor ve saçma sapan magazin dergileri okumuyorum.Malum bir hızlı yemek şirketinin süper biliminsanları,sırf tüyleri yolmak gereksiz masraf oluyor diyerek,zavallı tavukların genleri ile oynamışlar.Resimlerdeki kıpkırmızı,sırf cılk et,tüysüz tavuk benzeri çaresiz yaratıkları görmek yüreğimi parçaladı!Bunu ''başaran'' biliminsanları da sıra sıra dizilmiş kendilerini övüyorlardı!Hepsi sevimli çizgi filim karakterlerinden oluşan uyduruk çocuk menüsü hediyelerine,o kıpkırmızı et parçasını da ekleseler ya ayın oyuncağı medarı iftiharımız tavuk diye!Gerçek bir tavuk ne kadar sürede pişer ve tadı nasıldır hatırlayanınız var mı?Hele '90 sonrası doğan alerji,astım, antibiyotik direnci muzdaribi,habire boğazı şişip ateşi çıkan,geniz eti nedense hep büyük,bademcikleri alınması şart geleceğimiz,gururumuz çocuk ve gençlerimiz!Aralarında gerçek yiyecekler yiyen var mı yada mikro besin açlığı deniyormuş;içi boşaltılmış dışı,süslenmiş,bol boş kalori deposu,ahlaki değer ve sorumluluklarını çoktan yitirmiş bazı biliminsanlarının harikası işlenmiş yiyecek tüketmekten oluşan rahatsızlığa,bu mikro besin açlığı illetini çekmeyen var mı aramızda?Mahallemizin manav amcası hep bir meyve ile ödüllendirirdi alışveriş esnasında yaramazlık yapmayan bıcırları.Ama al bir kiraz ama mayhoş bir ayva,mevsimine göre.Zaten en büyük ödül,onun bize yedirdiği dalından yeni ama olgun olarak kopartılmış sağlık deposu domates yada elma değil de nedir?Hemen yanı başında açılan markete gidenler yüzünden çok sıkıntıya düşmüş,kalbi dayanamamış o da sizlere ömür.Duyduğumda çok üzülmüştüm ama şu anda çok daha fazla üzgünüm çünkü onu aslında bilmeden ve asla istemeden de olsa BEN öldürmüşüm.Tıpkı kasap ve bakkal amcayı da öldürdüğüm gibi...Mahallenin sütçüsünü nasıl katletmişim aklım almıyor,tabi çıngırak sesi hala kulaklarımda çınlayan tava yoğurdu satan cefakar yoğurtçumuz ve kışın yatağa geç gitmek için şaşmaz bahanemiz doyumsuz lezzetteki bozaları o soğukta sıcacık evimize dek getiren bozacımızla beraber.Kabuğu kalın,uzun yola dayanan,yarı yarıya likopeni az ama buzdolabımda 20 gün duran lezzetsiz GDO'lu domatesi o narin gövdeli,nefis lezzetli,incecik kabuklu,Ezine ve kalp dostu,likopen deposu gerçek evladiyelik domatese tercih ettiğim gün küçük çiftçiyi de ben öldürmüşüm.Bu yiyecek süsü ve görüntüsü verilmiş her ucube,kendi irademle cüzdanımdan çıkıp mideme girdiği her lokmada,ben kıymışım komik sesli tavuklara,hantal görünüşlü dost ineklere,özgürce yüzerken güneşe gülümseyen balıklara,suya,havaya....Bakkala,manava,kasaba,çiftçiye...Katil benim.Hem de feci halde seri!Pişman mıyım?Tahmin bile edemezsiniz!Bazen yavaşlamak çabası hızla akıp gitmekten daha yorucu olsa da yavaşlamayı deneyimleyebilmek istiyorum artık....Zaman ve hız denilen canavarın kurbanı bir seri katilim ben.Nitelik ve nicelik arasındaki farkın önemini sağlığı pahasına feda etmiş kocaman bir aptalım.Daha ucuzunu,daha çok miktarlarda nasıl tüketebilirim sorusuna aldığım kestirme yanıtlarla sadece etrafımdaki her şeyi değil aslında kendimi de tüketip,öldürmeye başlamışım yavaş yavaş hiç ayrımsayamadan.Tıpkı soğuk su kazanına atılan bir kurbağa gibi.Yavaş yavaş ısıtılan suyun içinde birazdan haşlanarak öldürüleceğimin farkına bile varamadan!

Eğer bu satırları size hala yazabilecek kadar canım ve aklım kaldı ise bu kazandan da dışarı atlayıp hayatımı kurtarabilirim.

Ben küçücük bir çocukken sütten bıyıklarım vardı.Alfabeyi sökmeye çalışırken öğretmenim başıma dikilir,bana kahvaltıda yumurta yemenin harika birşey olduğunu ama sonrasında muhakkak ağzımı daha özenli yıkamam gerektiğini hatırlatırdı çünkü o zamanlar yumurtalar tupturuncu kuruyuverirlerdi minik ağzımın çepeçevresinde.Vişne rengi olurdu dişlerim her sulu sulu ısırışımda ve saatlerce canavarcılık oynardım aynanın karşısında mor ''kıymızı'' ağzımla.Tırnak içlerimden bile yayılırdı saatlerce sarı ferahlatan limon kokusu,anneme sürpriz limonata yaptığım sevgi patlamalarımda.İki limon bir sürahi buz gibi lezzet oluverirdi her seferinde.Şimdi de limonata yapıyorum.Altı tanesi bile bir sürahi etmiyor limonların,ne tatları var ne de kokuları.Ama nasıl dayanıklılar çürümeye karşı anlatamam,ne işime yarayacaksa!Güya daha çabuk ve daha ucuza mal ediyorum artık limonu!Tıpkı mil hesabım gibi hala Bağdat'tan dönmeyi bekliyor!Tırnak içlerimden yayılan ise sonsuz pis bir kan kokusu.''Kıymızı'' değil kıpkırmızı,yapış yapış....Evet ben bir seri katilim.İtiraf ediyorum.Suyum sanırım kaynamaya birazdan başlayacak.Bana müsaade.Atlamam gereken uzunca bir mesafe var ve ben bunu başaracağım.Geriye kalan son gerçek limon bahçesini arayıp bulmam lazım.Bu dayanılmaz kan kokusunu ancak gerçek limon suyu çıkarır ellerimden.

Siz de atlamak ister misiniz?Sarı sulu gerçek limonların,zümrüt yeşili yapraklar arasından keyifle gülümsediği geriye kalan son limonlukta ferah kokular ve eski dostlar eşliğinde hepinizi bekliyor olacağım...

Sevgiyle kalın.
Yeşim Güriş

20 Temmuz 2009 Pazartesi

BALKON HALLERİ!












Birkaç resim iyi olur diye dün yine yenilerini çekiverdim.Toplam 16 pembiş oldular.En çelimsiz fide meyve yarışında inanılmaz bir eforla öne geçmeye çalışıyor.Toplam 7 pembiş oldu!

Penthesilia'nın son hali ve yeni kardeşini de ekleyiverdim.Bakalım ablası kadar cesur ve savaşçı mı?Hayata tutunabilecek mi?Göreceğiz...Henüz 16 nın içine girecek kadar güçlü görünmediği için onu dışarıda tutuyorum.
Şu anda kızarmış 5 tane minik kızım var.Daha iyileri sizin başınıza
Sevgiyle kalın...
Yeşim Güriş

18 Temmuz 2009 Cumartesi

DOKU KAN FARKLI DNA


Haber ilginç,detayları ile gelişmeleri izleyebilmek için yazının sonunda birkaç bağlantı da ekledim.Benim gibi Gen-diplomasız sade vatandaşların emrine amade!




Bilim dünyasında DNA şoku


İnsanın kan ve doku DNA’sı aynı değil...




Kanadalı bilimadamları , insan vücudundaki kan ve doku hücrelerinde bulunan DNA’ların farklı olduğunu keşfetti. McGill Üniversitesi’nden Dr Morris Schweitzer liderliğindeki bir ekip tarafından yapılan araştırma “Human Mutation”




dergisinde yayınlandı.
Bilimadamları , abdominal aort anevrizması http://www.gata.edu.tr/dahilibilimler/ichastaliklari/files/dersler/271.pdf




hastalığının genetik nedenlerini araştırıyordu. Hücrenin ölümünde rol oynayan




genini inceleyen uzmanlar, bu genin, kan hücrelerinde ve doku hücrelerinde iki farklı yapıda olduğunu farketti. Bunun üzerine sağlıklı kişilerden de kan ve doku hücreleri alındı. Bu kişilerde de iki farklı DNA yapısı saptandı.
Hastalıkların genetiği, canlılardan doku almak zor olduğu için kan üzerinden yürütülüyordu. Kan ve doku DNA’sının aynı olduğu varsayılıyordu. Araştırmanın doğrulanması halinde, genetik konusunda tüm araştırmaların ve verilerin yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir. Bu durumda adli tıp DNA testleri de şüphe uyandırıyor. Doku ve kandan alınan DNA karşılaştırmaları geçerliliğini koruyacak mı, yoksa yeni testler geliştirilmesi mi gerekecek.'










Bu da GDHP'den ulaşan önemli bir başka bilgi...Sayın Mevlut Durmuş'un uzman biyolog olarak beynine ve kalemine sağlık.Tarih 2005 bu arada!




(Kayıp Felsefe Genleri, 2005)


http://www.tumgazeteler.com/haberleri/uzman-biyolog-mevlut-durmus/

İnsan organizmasında, dokularına ve fonksiyonları na göre farklılaşmış 200’den fazla hücre tipi var, bu hücreler aynı genomu taşıyor, fakat hücrelerinin her biri ayrı protein sentezleme yeteneğine sahip, bunun da anlamı her hücre tipinde farklı genlerin aktif halde olduğu gerçeği.
Söz konusu “bol çöplü” araştırmalarda, 200’den fazla hücre tipinden, hangi hücre tipinin genomları değerlendiriliyor? Dokular ve organlarda bulunan hücrelerin genomlar sayı olarak aynı olabilir, fakat dokulara göre ayrı ayrı aktif gen bölgeleri incelendi mi? Eğer, tespit edilen sadece 25-30 bin gen ise, geri kalan 100 bin kadar protein, genler(?) tarafından sentezlenmiyorsa nereden geliyor? Bir gen kombinasyonu, öngörülenden sayıca farklı protein sentezleyebilir mi? Yoksa hücre organeli olan ribozomlar, canı sıkıldıkça hücre, sitoplazmasında kalan (junk) RNA’larla DNA’lardan habersiz protein birimleri mi yapıyorlar?
Yıllarca okuduğumuz santral doğma yani bir gen bir protein teorisinii[1] geçersiz kılacak bir çok araştırma mevcut. Bir gen çok farklı varyasyonlar ortaya çıkarabilir. “Bir genin farklı durumlarda ortaya çıkan farklı varyasyonları nın, yani farklı fonksiyonlara yol açan farklı formlarının sayısı öyle 3-5’le sınırlı değil. Bu sayılar onlarca yüzlerce ya da binlerceye hatta şimdilik bilindiği kadarıyla on binlerceye kadar çıkabiliyor….
Bir kaç yıl önce yapılan bir çalışmada, bildiğiniz sineğin (Drosophila) DNA’sında sadece bir tek genin, sineğin sinir sisteminde (Dscam geninin) 38 bin varyasyon yapıp, farklı durumlarda 38 bin ayrı form ortaya çıkardığı tespit edildi. Santral doğma, yani bir gen bir protein (enzim) teorisi artık terk edilmeli mi? Kısa süre öncesine kadar, her bir genin, tek bir işleve sahip tek bir proteinin planını taşıdığı sanılıyordu peki şimdi ne olacak?
Revers trankriptaz denilen bir enzimin bulunması kafaları karıştırdı. Çünkü bu enzimi kullanarak virüsler (HIV), DNA’ya kendi genlerini monte edebiliyor sentezletebiliyor. Bunun basit anlamı şu: Bilgi akışı DNA’dan sitoplazmaya doğru olduğu gibi, sitoplazmadan DNA’ya doğru da olabilir. Son çalışmalarda, her şeyin tahmin edilenden daha karmaşık olduğu ortaya çıktı: Evrensel olduğu düşünülen DNA kodlarının sentezlediği amino asitler, canlılara göre değişiyor, farklılık gösteriyordu. Hatta bu değişim hücresel organel olan Mitokondri DNA’sında bile göze çarpıyordu. mitekondiral DNA'nın 4 kodonu çekirdek DNA'sından farklı mesajlar taşıyordu. Örneğin çekirdek DNA'da "DUR" kodunu olarak görev alan AGA (adenin,guanin, adenin), mitokondriyal DNA'da arginin aminoasidini kodluyor. Gelişmiş bir canlıda dur komutunu içeren genetik kod, bir başka canlıda (Methonosarcina barkeri) hiç literatürde yeri olmayan yeni aminoasitleri (selenosistein ve pirolizin) ortaya çıkarıyordu. Prokaryotlarla ökaryot organizmaları n genetik kod translasyonu (protein sentezi sırasında kullanılan mekanizma) bazı açılardan farklılık gösterir. Buna bağlı olarak, sentezlenen proteindeki bazı aminoasitler orijinal organizmadaki DNA dizisine göre beklenen proteinin aminoasit dizisinden farklı olabilir. Bu durum E. coli bakterisine ürettirilen insan insülin benzeri büyüme faktöründe saptanmıştır. İnsan proteinindeki arginin aminoasidi yerine E. coli bakterisinde sentezlenen proteinde lizin aminoasidine rastlanmıştır[2] Bir gen, bilinen dışında -dış faktörlerin değişimine göre- çok farklı protein üretilebiliyordu. Karmaşa bu kadarla da sınırlı değil: Bir çok protein, üretimi tamamlandıktan sonra değişiyordu ve genlerin bu değişimin rolü üzerine hiçbir etkisi olmadığı görülüyordu. Hatta bir aminoasit kodu farklı canlılarda farklı aminoasit sentezliyordu. Bu, genellikle fosfat türevleri, şeker grupları ya da doymamış karbon zincirleri gibi özel yan grupların, protein yapısındaki omurgaya eklenmesiyle gerçekleşiyordu. Bu temel işlev değişikliklerinde genlerin hiçbir rolü görünmüyordu.




Öğrenmenin sonu yok.Yeter ki GEN-ETİĞİ bozulmuş olmasın




Sevgiyle kalın


Yeşim Güriş

17 Temmuz 2009 Cuma

BİR İMZANIZI ALABİLİR MİYİM?



Kim ne yapabilirse,haydi kalemler söz sizde!


Sevgiyle kalın

Yeşim Güriş


GDO’lara karşı imza kampanyası

GDO’lara karşı biogüvenlik yasası kampanyasını sürdüren GDOHP platformunun hazırlamış olduğu imza kampanyası konuya duyarlı herkesten imza ve destek bekliyor. “Sağlıklı gıda yemek istiyoruz. Gıda tohum haktır” diyen platform toplanan imzaları TBMM’ye sunacak.

İmza metni:

Genetiği Değiştirilmiş ürünleri bu ülke topraklarında ve gıda olarak sofralarımızda istemediğimizi beyan ediyor, GDO’lu ürünlerin ülkemize serbest giriş ve serbest dolaşımlarının, çıkarılacak Biyogüvenlik Yasası ile kontrol edilmesini, bunların ekilip dikilmesini yada gıda olarak tüketilmesini istemeyen halkın iradesine saygı gösterilmesini istiyoruz.

ADI:

SOYADI:

ŞEHİR:

MESLEK:

İMZA:

Posta ile yollayın…
Metne destek verenlerin ıslak imzalarını ve topladıkları imzaları aşağıdaki kişilere yollanması gerekmektedir.

Arca Atay (ZMO Bursa Şube)Altınparmak Caddesi, Kaba Apt., No:47/5 - BURSA


Ahmet Atalık (ZMO İstanbul Şube) Caferağa Mahallesi, Neşet Ömer Sokak, No:19/8 Kadıköy, İSTANBUL


İmza formu için tıklayın