30 Mayıs 2009 Cumartesi
28 Mayıs 2009 Perşembe
KOLONİSTAN'A HOŞ GELDİNİZ!
Economist, gıda krizini aşmak isteyen ülkelerin başta Afrika olmak üzere dünyanın dört yanından tarım arazisi aldığını, BM’nin “yeni kolonicilik” olarak nitelendirdiği anlaşmalar kapsamında Bahreyn’in Türkiye’de 500 milyon dolara arazi aldığını yazdı. Suudiler de Türkiye’de arazi bakıyor.
Dünyada gıda fiyatlarında son iki yıl içinde yaşanan yükseliş, tarım arazileri nüfusunu doyurmak için yetersiz kalan birçok ülkeyi dünyanın dört bir yanında arazi satın almaya ya da leasing yoluyla kiralamaya yönlendirdi. The Economist dergisinin bu haftaki sayısında geniş yer verdiği ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu Başkanı Jacques Diouf tarafından “neo-kolonicilik” olarak nitelendirilen anlaşmalar kapsamında Çin, G.Kore, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar gibi topraklarının büyük bölümü çöl olan ülkeler, Sudan, Etiyopya, Kongo, Pakistan gibi ülkelerde tarım arazileri satın aldı ya da kiraladı. Dünya Gıda Fonu rakamlarına göre son iki yılda ülkeler arasında el değiştiren bu tür toprakların boyutu 20 milyon hektar. Büyüklüğü ise Fransa’nın toplam tarım alanına, ya da AB’nin toplam tarım alanlarının yüzde 20’sine eşit. Anlaşmaların ticari boyutu 20-30 milyar dolar düzeyinde. Bu rakam da Dünya Bankası tarafından yoksul ülkelere aktarılan gıda yardımlarının 10 katı.
Önce Türkiye sonra Filipinler
The Economist 2006-2009 tarihleri arasında el değiştiren topraklar ve ülkeler arasında anlaşmaların da yer aldığı bir tablo/harita da yayınladı. Buna göre, Bahreyn merkezli yatırım fonu AgriCapital ile Türkiye arasında bu tarihler arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma Türkiye’deki bir tarım arazisinin Bahreyn tarafından kullanılmasını öngörüyor. Bedeli ise 500 milyon dolar. The Economist, “Anlaşmanın boyutu 3-6 milyar dolara çıkabilir” diye not düştü. Suudiler’in de Türkiye’de tarım arazisi baktıklarını yazdı.
Gül de anlaşmayı övmüştü
İslami bir yatırım fonu olan AgriCapital ile Türk hükümeti arasındaki “mutabakat notu” (Memorandum of Understanding) 31 Ekim 2008 tarihinde imzalanmıştı. Anlaşmaya Türkiye adına imzayı Nazım Ekren koydu. Anlaşmanın kapsamı da iki ülkenin tarım alanında işbirliği olarak açıklandı. Ardından 15 Nisan 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve Tarım Bakanı Mehdi Eker’in de aralarında olduğu 6 bakanın katıldığı Bahreyn-Türkiye Ekonomik Forumu’nda Bahreyn ile Türkiye arasında 500 milyon dolarlık “tarım projesi” için anlaşma imzalandı. Bahreyn hükümeti bu projenin büyüklüğünün zamanla 3 milyar dolara ardından da 6 milyar dolara ulaşacağını açıkladı. Bahreyn-Türkiye Ekonomik Forumu’na katılan Cumhurbaşkanı Gül de anlaşmayı övmüştü:
Memnuniyetle görüyorum ki, Bahreyn ile Türkiye arasında bir mutabakat anlaşması imzalandı; tarım alanında yatırım yapmakla ilgili. Türkiye, bu konularda iyi bir ülke. İmkanları çok olan bir ülke. Biz altyapı yatırımlarını tarımda da yatırım yapılacak yere kadar götüren bir ülkeyiz. Türkiye’nin çok büyük bir yatırım cazibesi vardır. İki ülke 2007’de askeri işbirliği, 2008’de de Bayındırlık Bakanlıkları arasında ortak çalışmalar için anlaşma imzalamıştı.
Bahreyn merkezli AgriCapital şirketi, Ağustos 2008’de Körfez Finans Merkezi (Bahreyn), Ithmaar Bankası (Bahreyn) ve Abu Dabi Yatırım Merkezi (Birleşik Arap Emirlikleri) ortaklığıyla kuruldu. “Şeriat kurallarını temel alarak” kurulduğu açıklanan AgriCapital’in 3 milyar dolar sermayesinin yanı sıra 1 milyar dolar da ödenmiş sermayesi var. Şirket, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da tarım sektöründe yatırımlar yapmak amacıyla kuruldu. Yatırımlarını besin üretimi, hayvancılık, biyoilaç, biyoyakıt ve tarım teknolojilerine ayırıyor. Şirketin, Türkiye, Filipinler, Hindistan, Sudan ve Mali’de yatırımları var.
Suudiler’den 500 bin hektara 4.3 milyar dolar
İŞTE Economist’e göre ülkeler arasında son 2 yıl içinde dünya genelinde devredilen topraklar:
- Suudi Arabistan, Etiyopya’da buğday ve pirinç yetiştirmek için 100 milyon dolar ödedi. (Dünya Gıda Programı Etiyopya’ya yılda 116 milyon dolar gıda yardımı yapıyor)
- Güney Kore, Sudan’da 690 bin hektar arazi kiraladı. Sudan hükümeti tarım alanlarının yüzde 20’sini yabancılara ayırdığını açıkladı. Buralarda üretilen tarım ürünlerinin yüzde 70’inin ülke dışına çıkarabileceği kararını verdi. 2007’de 700 milyon dolar olan yabancı tarım yatırımının 7.5 milyar dolara çıkmasını beklediklerini açıkladı. Bu da Sudan’a yönelik yabancı yatırımın yarısı.
- Çin, Kongo’da bio-yakıt üretmek için 2.8 milyon hektar arazi kiraladı, Zambia’da 2 milyon hektar arazi alıyor.
- Libya, Mali’den 100 bin hektar arazi kiraladı.
- Pakistan 500 bin hektarlık arazisini yabancılara açtığını açıkladı. Tarım alanlarının güvenliği için 100 bin kişilik bir güvenlik birimi oluşturdu.
- Güney Koreli Daewoo şirketi Madagaskar’da 1.3 milyon hektar arazi almak istedi. Ancak muhalefetin ve çiftçilerin tepkisi nedeniyle devlet başkanı istifa etmek zorunda kaldı.
- Suudi Bin Ladin Group, Endonezya’da 500 bin hektar alana pirinç ekmek için 4.3 milyar dolar yatırım kararı aldı. Gelen tepkiler nedeniyle askıya aldı. http://www.gazetevatan.com/
Ne diyeyim dilimizde tüy bitti hala vurdumduymaz cahillik had safhada bu kadar önemli bir konuda!Tohum Yasası çıkıyor köylünün dahi haberi yok.Ben Brezilya cumhurbaşkanının geçenlerde neden ziyaretimize geldiğini de aslında merak ediyorum.Tam da bir grup TBMM milletvekilinin ABD'de GDO ve tarım üzerin inceleme yapmak üzere davet edilmelerinin hemen ardından.GDO lu tohumları üretip kendi labratuvarlarında hazırladıkları sağlıklıdır raporlarını da araya sokuşturanlar acaba bir seyahat firması da kurmuşlar mıdır?Bu arada Kyoto'ya imza atma kararı da zamanlama olarak çok ilginç.Kyoto gerçekten neye ve kime hizmet ediyor kim biliyor???http://www.guncel.net/gundem/politika/2009/02/16/kyoto-protokolu-ne-kosk-onayi.htm
Satılık ASLA değil ama artık herşey sayelerinde SATLIK!
Mayınlı arazilerin her ülkede olduğu gibi asker tarafından değil de yabancı firmalara temizletilip, orada yaşayan insanımıza verimli tarım alanı olarak değilde,yabancı şirketlere 44 yıllığına kim bilir ne amaçla kullanacaklarsa kiraya verilmek istenmesi size ne ifade ediyor?
Hani bayram değil seyran değil bizi kim ve niye habire öpüyor!Bu arada 21 mayıs'tan beri bloguma güya spam muamelesi yapıldığı için blogger tarafından ancak şifre ile girebiliyorum!22 sinde itiraz etmeme rağmen...
Sevgiyle kalın...
Yeşim Güriş
27 Mayıs 2009 Çarşamba
GÖBEKLİTEPE URFA
25 Mayıs 2009 Pazartesi
GIDANIN GELECEĞİ PANELİ
Boğaziçi Üniversitesi Kültür Merkezi, 27-28 Mayıs 2009
27 Mayıs 2009
9:00’dan itibaren: Toplantı kayıt.
10:00 Açılış ve sunum
*Gıdanın Geleceği, Türkiye'den Perspektifler:*
10:30-11:30 Abdullah Aysu - Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu/Gıdanın Geleceği: Bilge Köylü Tarımı/
11:30-12:30 Prof. Dr. Tayfun Özkaya - Ege Üniversitesi, Ziraat Fakültesi/Neoliberal Hegemonya, Tarım Sistemleri ve Gıda Egemenliği/
12:30-13:30 Öğle yemeği
13:30 - 14:00 Av. Emre Baturay Altınok/Tohumculuk Yasası Neler Getiriyor?/
*Atölye Çalışmaları*
14:00 – 15:00Yerel çeşitliliğin korunmasıÜreticiden tüketiciye adil gıda zincirleri
15:00-15:30 Ara
15:30 - 16:30Atölyeler devam
*28 Mayıs 2009**
Gıdanın Geleceği, Türkiye’den Perspektifler:*
10:30-11:30 Dr. Gökhan Günaydın - Ziraat Mühendisleri Odası/Küçük Köylülüğün Tasfiyesi: Küreselden Türkiye Örneğine/
11:30-12:30 Prof. Dr. Neş'e Bilgin - Boğaziçi Üniversitesi, MolekülerBiyoloji ve Genetik/Anadolu'nun Genetik Zenginliği: Meyve Çeşitlerimiz/
12:30-13:30 Öğle Yemeği
*Atölye Çalışmaları*
13:30 - 15:30Su kaynaklarının paylaşımıGeleneksel bilginin derlenmesi
15:30-16:00 Ara
*Çözümler*
16:00- 17:30 /Atölye Çalışmalarının Sonuç Raporları, Çözüm Önerileri,Kararlar/
Düzenleyenler:BÜ Çevre Bilimleri EnstitüsüSlowFood TürkiyeGDO’ya Hayır Platformu
TOHUMCULUK YASASI ve "BİTKİ GENETİK KAYNAKLARININ KAYIT ALTINA ALINMASI HAKKINDA YÖNETMELİK" TASARISI HAKKINDA PDA GÖRÜŞÜ
Bizler "Pembe Domates Ağı" (PDA) üyeleri olarak;
Başta; Anadolu'nun en değerli ve en has ürünlerinden olan, yok olmasını önlemek ve daha önceleri olduğu gibi, günümüzde de kuşaktan kuşağa aktarılan "doğal döngüsünü sürdürmek" amacıyla "Evladiyelik ('Heirloom') Pembe Domates"in 4 yıldır yeniden üretilmesine çalışmaktayız. Bizler profesyonel tarım uzmanları, tarıma dayalı ticaret erbabı ya da çiftçi değiliz. Bizler, geniş bahçeleri olmasa da balkonlarda ve saksılarda "kentte tarım" yapılabileceğini gören ve bunu deneyerek başarmış, İnternet üzerinden iletişim kurarak bir toplumsal ağ kurmuş, duyarlı kentlileriz. İçimizde az sayıda olsa da Pembe Domatesi bahçe ve tarlasında yetiştirenler de var. Bir rastlantı sonucu fark ettiğimiz ve balkonda yetiştirdiğimiz ilk doğal pembe domateslerin tohumlarını da kendi aramızda ve "karşılıksız paylaşarak aynı yöntemlerle sürdürülmesi koşuluyla" neredeyse tüm Türkiye'ye yaymış bulunuyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, İsveç, Bulgaristan, Rusya ve daha birçok ülkede lezzeti ve bozulmamış niteliği nedeniyle yüksek değere sahip olan Pembe Domates, tohum paylaşımı sayesinde, kendi yeniden topraklarında değer kazanmış önemli bir tarım ürünüdür. Özellikle "Heirloom" yani genetiği ile oynanmamış, doğal tarımla üretilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan tohumlar, endüstriyel tohumlara nazaran kat be kat değerlidir.
Ülkemizde tıpkı Pembe Domates gibi çeşitliliği ve değeri çok yüksek olan 3 bin'den fazla “endemik”; “kendine has”, tarımsal bitki türü ya yok olmuş, ya da yok olmağa mahkûm durumdadır.
Yüzyıllardan bugüne, hiçbir bozulmaya uğramadan çiftçilerin çabalarıyla tarımda "üretilebilirliğini" sürdürmüş bitkilerimizin yok olma fermanı sayılan "TOHUMCULUK YASASI"nın 2011'den itibaren yürürlüğe sokacağı 5. Maddesi ancak 'kayıt altına alınmış tohumların' ekimine olanak tanıyacak. Tohumuna patent alamayan çiftçiler ise, tekel durumundaki uluslararası şirketlerin insafına terk edilecek. 2011'den itibaren kayıt altına alınmamış tohumluklarını satan köylüler, ağır para cezasına çarptırılacak ve el konulan ürünler imha edilecek. Böylece Anadolu'nun zengin türleri doğallığını yitirecek.
Bu gidişe “dur” demek gelecek kuşaklara karşı en büyük sorumluluğumuzdur.
Ayrıca, şu sıralar tartışılmakta olan ve yürürlükteki 31/10/2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu'na dayanılarak çıkarılması planlanan "Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik" taslağında yer alan, "Tohumların Kayıt Altına Alınması" koşulu, bu ülkenin tarımına vurulabilecek büyük bir darbe niteliğindedir. Çünkü tohumunu kayıt altına aldırmayan çiftçinin kaderi, "ıslah yetkisi"ni elinde bulundurarak, tohumculuk alanında faaliyet gösteren, çoğunluğu yabancılara ait şirketlere terk edilmektedir. Yönetmelik, doğal türler üzerinde bireysel hak sahipliği mekanizmasının önünü açmaktadır. Oysa yerel ve doğal türler, binlerce yıl kuşaktan kuşağa devredilen "geleneksel ıslah çalışmaları" sonucu ortaya çıkmış, küçük çiftçilerin ortak emeğinin sonucu gelişmiş tohumlardır.
Bu topraklarda yüzyıllardır, insan emeğiyle tamamen doğal ortamında oluşan evladiyelik tohum ve çeşitliliğini, "kayıt" ve "patent" zorunluluklarıyla yok edecek bu yasa tasarısının ve keza mevcut kanuna bağlı olarak çıkarılacak "Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik"in yeniden, uzman kurullar tarafından ve tüm kamuoyu önünde açıkça tartışmaya açılmasını istiyoruz.
Fazla söze ne gerek...
Sevgiyle kalın
Yeşim Güriş
23 Mayıs 2009 Cumartesi
22 Mayıs 2009 Cuma
KENAN DEMİRKOL HOCAMIZ İLE GDO'LU TOHUMLAR
Kenan Hocamız ilk önce yağ söyleşisinde konuştuğumuz tereyağı ile ilgili yanlış anlaşılmaları önlemek için bu konuya bir kere daha değinmek istedi. Ardından tohum konusuna geçti; hibrit tohumlar ve genetiği değiştirilmiş tohumlardan (GDO), bunların besin kalitesine ve insan sağlığına etkilerinden bahsetti. Bu söyleşide vitaminler ve antioksidanlara değinecek vakit kalmadığı için başka bir toplantıda konuşuruz dedi. Söyleşinin özetini hocamızın ağzından aktarıyorum:
MERADA BESLENEN HAYVANIN SÜTÜ VE TEREYAĞI
Geçen sefer yağ söyleşisinde tereyağını konuşmuştuk. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Bazı doktorlar “margarin yenmesin, tereyağı yensin” deniyor. Burada eksik bilgi var. %100 merada beslenen hayvanın sütünden elde edilen tereyağını keyifle yiyebilirsiniz. Fakat yemle beslenen hayvanın tereyağının yağ asit bileşenleri damar sertliği yapan aterojenik yağ asitlerinden zengindir, bunlardan kaçının. Ben İrlanda tereyağları ile (otlayan hayvanlardan elde edilen) markalı Türkiye tereyağlarını TÜBİTAK’ta incelettim. Çok ciddî fark var.
(Bu noktada konu süt tozuna geldi.) Süt kaliteli ise süt tozu da kalitelidir diye bir şey yok. Çünkü kurutma işlemi sırasında yağ asitleri oksitlenir.
(Sadeyağ tereyağından iyi midir diye soruldu). Sadeyağ daha sağlıklı değildir. Sadeyağın yapım gerekçesi dayanıklılığı artırmaktır ve her ısıl işlem besin kalitesini bozar. Gıdaya insan eli ne kadar çok değerse besin değeri de o kadar düşer, tarladan tabağa kavramı da bu yüzden gelişmiştir. O yüzden sadeyağ daha iyi değildir.
Doğal sütle yapay süt arasında 4 temel fark vardır:
1) Doymuş yağ asitleri açısından:
Aslında doymuş yağ asitlerinin hepsi zararlı değildir; 3 tanesi -laurik asit, ministik asit, palmitik asit- zararlıdır ve bunlara aterojenik yağ asitleri denir. Merada otlayan hayvanın sütünde bunlar çok az vardır. Laurik asitin az miktarının bağışıklığı güçlendirici bir etkisi vardır hatta AIDS tedavisinde kullanılması bile düşünülmüştür. Mera hayvanındaki laurik asit damar sertliğini artıracak miktarda değildir ama bağışıklığı güçlendirecek miktardadır. Yapay sütte ortalama %41 oranında milistik asit vardır. Doğal sütte ise bunun yarısından da az.
2) CLA açısından:
Doğal sütte son derece kuvvetli bir antioksidan olan CLA (konjüge linoleik asit) vardır. CLA, şişmanlamaya karşı korur ve meme kanserini önleyici etkisi vardır. Yapay sütte CLA hiç yoktur.
3) Omega-3 açısından:
Omega-3 kaynağı yeşilliktir. Dolayısı ile omega-3 mera hayvanının sütünde bulunur, yapay beslenen hayvanın sütünde bulunmaz.
4) İnsüline benzer büyüme hormonu açısından:
Doğal beslenen hayvanın sütünde insüline benzer bir büyüme hormonu vardır. Anadolu’da 100 yaşını aşan insanlarda ikinci kalıcı dişlerin düşüp üçüncü dişlerin çıkması efsane değildir. Bu hormon, hücrelerin rejenerasyon yeteneğini artırır, yapay sütte bulunmaz.
TOHUM
Tohum tehlikeli bir konu, tohum konusunda konuşan eninde sonunda işinden oluyor. Türkiye’ye bugün yılda 900.000 ton civarında tohum gerekiyor. Bunun sadece 152.000 tonu Türkiye’de üretiliyor. Maalesef tohumun 6’da 5’i ithal ediliyor, yani tarımda artık kesinkes bağımlı hale geldik. Tohumculukta son 90-100 senedir bir devrim yaşanıyor dünyada. Bu değişime Türkiye ayak uyduramadı. Hibrit tohumculuğa 1990’dan sonra başladı. Bence çok şükür ama maalesef piyasa baskısı öyle değil. Hibrit tohum üretiminde çok geriyiz. Bu nedenle sebze tohumlarının %70’ini ithal ediyoruz. Buğday ve ayçiçek tohumunda yeterliyiz. Hatta ayçiçek tohumunu ihraç ediyoruz. Geleneksel sebze tohumlarında ihtiyacımızın %100’ünü karşılayabiliyoruz ama hibrit tohumda dışa bağımlıyız.
HİBRİT TOHUM NEDİR?
Hibrit tohumlarla ilgili ilk çalışmalar 1920’lerde Amerika’da çiftçi ailesinden gelen bir ziraat mühendisi tarafından yapılmıştır. Bu çalışmalar 1945’lere kadar gelişmiş sonra dünyaya yayılmıştır.
Doğada bütün çeşitlilik farklı türlerin veya aynı familyadan olan farklı türlerin çaprazlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bitki çeşitliliği doğal hibritleşmeyle meydana gelir. Bugün fasulye cinsleri arasında mesela barbunya ile Ayşe kadın arasında bir döllenme olursa bu bir hibrit oluşturur. Doğada da çok çok oluyor. Bugün 40000 çeşit pirincin oluşmasının sebebi bu çapraz döllenmelerdir.
Bizim burada bahsettiğimiz F1 hibrittir. F1 hibrit ticarî bir olaydır. Tohum üreticileri patent koyabilmek, bu benim tohumum diyebilmek için üretmiştir bunları. Esas çıkış noktası budur yoksa dünyaya güzellik getirmesi için çıkmamıştır.
F1 HİBRİT NEDİR?
İki cins bitkiden saf ırk elde edilir önce (barbunya ve Ayşe kadın mesela). Saf ırk elde etmek için bütün tohumlar kardeşleriyle döllenir. Saflık yedinci çiftleşmeden sonra oluşur. Bu iki saf ırkın yedinci jenerasyondan sonraki çocukları döllendirilir. Çıkan ilk yavruya Fillie 1 denir. F1 budur. Zaten F2 yoktur, çünkü F1’ler genelde kısırdır. Bu süreç çok kolay bir şey değildir aslında, çünkü kardeş kardeşe çiftleşme kısırlık getirir. Zaten her aşamada bitkilerin sadece %10’u arzu edilen çocuğu meydana getirir.
Amaç homojen bir ırk elde edip patent hakkı elde etmektir. Hatta 7 sene beklememek için kuzey yarım kürede ilkbaharda ekilen yazın gelişen bitkinin tohumları kışın güney yarım kürede ekilir sonra üçüncü nesil tekrar kuzey yarım küreye götürülür.
Bundan sonra hibrit tohum dersem F1 hibrit anlayın siz.
Hibrit tohumculuğun milyonlarca dolar maliyeti vardır. Zaten Türkiye’nin bugüne kadar bu işte geri kalmasının sebebi de budur. Eski tohumlardan çok daha verimli olduğu iddia edildiği için yapılır. Bu yüzden Amerika’da 1920’lerden beri bu kadar araştırma yapılmıştır. Meksika’da CIMMYT diye bir örgüt kurulmuştur. CIMMYT, İsponyalca Mısır ve Buğday Enstitüsü anlamına gelen yedi kelimenin ilk harfleridir. Meksika’da mısır ve buğday tohumunun bu şekilde saflaştırılması yapılmış ve F1 mısır ile F1 buğday elde edilmiştir. 50’li yıllarda Meksika’da çok büyük bir açlık var ve güya burada üretilen bu tohumlarla bu açlık giderilebilmiştir. Ondan sonra üretim epey bir artınca bu üretimi dünyaya satmak istemiştir ama kimse bunu istememiştir. Yeşil Devrim’in başlangıcı budur işte. Israrla bunların verimli tohumlar olduğu, bunlar kullanılırsa açlığın giderilebileceği söylenmiştir. Hatta şirket Hindistan’a ve Pakistan’a bu tohumları hediye etmiştir. Bu tohumlar kısır oldukları için çiftçiler ikinci nesli satın almak zorunda kalmışlardır. Böylece bir dünya pazarı oluşmuştur. 1985’ten itibaren Türkiye de CIMMYT programına maalesef dâhil olmuştur. CIMMYT’i kuranlar Rockefeller Foundation ve Ford Foundation’dır. (Bir dinleyici çiftçiler bu tohumları ikinci nesilde niye alıyorlar, almasınlar o zaman dedi). Bu tohumları almak zorunda değil ama politik baskılarla alıyor. Hindistan CIMMYT programına dâhil olduktan sonra, daha önceki Ford fabrikalarının Hindistan’daki satış temsilcisi tarım bakanı olur. CIMMYT’i Ford kurduysa, tarım bakanı da eski Ford satış temsilcisi olduysa bu zorunluluk otomatik olarak doğar.
(Genetik kontaminasyon (kirlilik) var mı diye soruldu?) Bunlarda GDO gibi kontaminasyon yok çünkü bunlar genetik değil biyolojik hibrit.
Bu tohumların ikinci nesli hilkat garibesi gibi olur. Boynuzlu salatalık çıkıyor mesela. Tohumu aldığınız bitkiye benzemeyen bir bitki çıktığı için ektiğiniz bitkiden tohum elde edemiyorsunuz ve göbeğinizden o firmaya bağlı hale geliyorsunuz. İş bununla da sınırlı kalmıyor. Aynı firma bu F1 tohumlarına özel gübre, özel böcek ilacı da satıyor. Çiftçinin bunu satın alacak paraya da ihtiyacı olduğu için aynı firma kredi de veriyor. Ve bu krediyi alan çiftçiler şu anda Hindistan’da köleler. Bir kere tohum almış ve onun kredisini 40 yıldır tamamlayamamış çitçi var. Bütün çocuklarıyla birlikte şimdi o firmanın kölesi. Dünyada 1 milyon köle var. CIMMYT Türkiye’de de var şimdi.
İktisaden tamamen bağımlı oluyorsun. Ama çok daha önemli bir problem var; bu tohumlar normal geleneksel tohuma göre çok çok daha fazla sulama gerektiriyor. Vandana Shiva niçin Vandana Shiva oldu? Çünkü bu tohumlardan dolayı ilk ciddî anlamda çölleşen ülke Hindistan’dır. Evvelki sene Konya ovasında gördüğümüz kuraklık sadece küresel ısınma ile ilgili değil. Orada ekilen hibrit buğday ve hibrit pancardan dolayı o kadar çok sulanması gerekti ki yeraltı suları kayboldu. Hatta Konya ovasında yer yer derin göçüşler oldu yeraltında su kalmayınca. Yani F1 hibrit tohum hiçbir zaman vaat ettiğini yerine getiremedi. Ekonomik refah sağlayacaktı, açları doyuracaktı. Yeşil Devrim’de “Dünyada 1 milyar aç insan var bunları doyurmak için mutlaka yüksek verimli F1 hibrit tohum kullanmak gerekir” dendi. Şu anda hala 1 milyar aç insan var ama bu şirketler zengin oldu.
HİBRİT TOHUMLARIN SAĞLIĞA ETKİSİ
F1 hibrit tohumların insan sağlığı üzerindeki etkileri hususunda inanın hiçbir araştırma yok. Maalesef organik tarım da pahalı, sermayesi bol bir tarım olduğu için ürün standardizasyonu elde etmek amacı ile genellikle hibrit tohum kullanılır. (Bu noktada itirazlar geldi. Berin Hanım “Gerçekte organik tarımda hibrit tohum yasak değildir ve organik hibrit tohum da vardır ama satılan organik sertifikalı tohumların hemen hepsi normal tohumdur” dedi.) Organik hibrit tohum başkadır, hibrit tohum başkadır. Organik pazarda tek kalıptan çıkmış gibi domatesleri gördüğüm için bunların hibrit olmadığını söyleyeni öperim. İlginç birkaç çalışma var. Mesela Polonya’da iki sene önce, İtalya’da geçen sene yayınlanmış iki tane çalışma var. Bu çalışmalarda organik tarımla elde edilen domatesin likopen içeriği geleneksel tarımla elde edilenden daha az çıkmış. Geleneksel tarımda bunca kimyasal kullanıyorsunuz ve likopen içeriği daha fazla çıkıyor, bu bir tezat. Likopen içeriğini belirleyen etmenler; sulama miktarı, uygulanan gübre miktarı, bitkinin gördüğü güneş miktarı ve cinsidir. Organik tarımla elde edilen domateste daha az likopen olmasının beslenme ile uğraşan bir insan olarak bence ana nedeni F1 hibrittir.
Verimlilik kavramını tartışmak lazım, hani deniyordu ya çok verimli bunlar diye. Domatesin verimini kiloyla mı ölçeceğiz, insana yararıyla mı? Bunların zararı yok insana ama faydası eksik.
Sertifika şirketleri 15-20 tane var şimdi. Sertifikaların güvenilir olarak verilip verilemediğini Tüketiciler Derneği’nin denetlemesi lazım. Kaç kişi tüketici derneğine üye burada? (Parmak kaldırıldı) Sadece 1 kişi. O halde kazık yemeye müstahaksınız. Çoğalarak örgütlü emek harcamak zorundasınız. Ciddî bir tüketici yasası var bunu sonuna kadar sömürmek zorundayız.
HİBRİT TOHUMLAR VE BİYOÇEŞİTLİLİK
Hibrit tohumlar organik tarımda olsun olmasın tartışmasını bir kenara bırakalım. Bu tohumlar bir ülkeye ne kadar çok girerse biyoçeşitlilik de o oranda kaybolur. Halbuki Türkiye’de 9000 çeşit yerel tohumumuz var ve bu dünyada en büyük zenginlik. Ama biz tarımda giderek bu hibrit tohumlardan almaya devam edersek biyoçeşitliliğimizi kaybederiz. Biyoçeşitliliğin kaybının ne önemi olduğunu anlamak için 1840’lı yıllarda İrlanda’da görülen patates vebası örneğine bakalım. O zamanlar İrlanda’daki toprak İngilizlerin toprağı. İrlanda’da çiftçiler İngilizler adına o toprağı işletir. İngilizler özellikle buğday yetiştirilmesini isterler. Ama köylü tokluğunu daha çok sağladığını düşündüğü için o arazinin küçük bir bölümünde patates yetiştirir. Sadece üç patates çeşidi vardır İrlanda’da. Bir patates virüsü bulaşır ve tesadüfen o 3 cinsi de tutan bir virüstür. Üç yıl boyunca patates üretimi yapılamaz. Toplam 6 milyon nüfusu olan İralanda’da 1 milyon insan açlıktan ölür, 1.5 milyon insan da göç eder.
Biyoçeşitlilik budur; biyoçeşitliliği kaybederseniz hayatı kaybedersiniz. 80’lere kadar devlet tohumculukla çok ciddî uğraşmış. Ama askerî darbe sonrası Özal döneminde 1985 yılında özelleştirilmiştir. Bazı üniversiteler dışında tohumla uğraşan devlet kurumu hemen hemen hiç kalmamıştır. Şu anda Türkiye’de 146 tane tohum şirketi var bunlar da ithal etmeyi tercih ediyor. Çünkü piyasa o tohumu istediği için üretici de o tohumu getiriyor.
Bir de Aralık 2006’da tohumculuk yasası çıktı. Bu yasayla ticarî anlamda ekim yapan bir çiftçinin tescilli olmayan tohum kullanması yasaklandı. Yani siz bir çiftçisiniz ve buğday ürettiniz diyelim. Bir miktar buğdayı da tohumluk olarak saklamak istediniz. Bunu sadece kendi ihtiyacınız için saklayabilirsiniz; ertesi sene yine satmak için ekim yapacaksanız bu tohumu kullanamazsınız. Sertifikalı tohum kullanmak zorundasınız. Ticarî anlamda kullanılacak olduğu sürece takas da yapamazsınız. Gerekçesi şuymuş: Türkiye toprakları verimli değil, o yüzden verimli tohum kullanmak zorundayız. Bu yasa şimdi Anayasa Mahkemesi’nde ama işliyor.
Çok büyük tohum firmaları şunlar:
1- Monsanto
2- Syngenta
3- Bayer
4- Cargill
5-
Gıda ile ilgili 1500 sayfalık adını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle diyordu: “Ne yiyeceğime hükmeden kişi en güçlü kişidir”.
Sağlıklı beslenme bireysel çözümü olmayan bir sorundur, siyasaldır. Biraz önce o kadar doğal tereyağının önemini anlattım, peki nereden bulacaksınız o tereyağını?
GDO satılan ülkelerde bir de tarım dedektifleri var. Çiftçinin tarlasına rüzgarla bulaşan tohumun ürününü yakalarlarsa “sen benim tohumumu kaçak olarak kullanmışsın” diye dava ediyor, fakir ülkelerde çiftçinin toprağını elinden alıyorlar.
Türkiye’ye GDO’lu tohum giremiyor ama ürün girebiliyor. Çünkü Türkiye’de biyogüvenlik yasası yok. Bu yasa olmadığı için, ithal bir mal için bırak GDO’yu şu zehir var bunda dersen markayı ifşa etmekten hapse girersiniz. Bir biyogüvenlik yasamız var aslında ama parlamentoya giremiyor; sebep kapitalist baskı. Yasa olmadıkça etiketlere GDO’ludur diye yazılmasını da isteyemezsiniz. Bir çocuk maması alıyorsun, içinde ne olduğunu bilme hakkın yok. Kaçak olarak GDO tohumu geliyor Türkiye’ye. ODTÜ’den iki öğretim üyesi domateste GDO tespit etmişler, işinizden olmak istemiyorsanız susun denmiş. GDO aleyhine çalışma yapmak çok zor, yaparsan yayınlamak çok zor çünkü kimse basmak istemiyor makaleni.
DNA
Hücrede bütün genetik bilgiyi taşıyan DNA vardır. DNA, 1956’da keşfedilmiş kilometrelerce uzun çift sarmal bir zincirdir. Genler de bu zincirin üstünde yer alır.
Bu çift sarmalda 5 karbonlu şeker, 1 fosfor ile 4 farklı etmen maddeden biri yer alır. Bu dört madde timin, adenin, cittosin ve guanindir. Adeninler timinle, sitozinler de guaninle eşleşir. Bu maddelerin önemi kodlama yapmalarıdır. Nasıl bilgisayarda ikili kodlarla (1 ve 0 ile) bütün bilgileri oluşturuyoruz, DNA’da da dörtlü kodlarla oluşturuyoruz. Bunların her üç tanesi bir codon’u oluşturur. Codon bir şifredir.
Bütün bu şifreler vücutta protein üretmek için gerekiyor. Proteinin yapıtaşı aminoasitlerdir. 20 çeşit aminoasit vardır. Biz bu dörtlü şifre sistemiyle bir şekilde aminoasitler yaparak proteinler oluşturmaktayız. Eğer bir protein eksiliği olursa DNA zincirinin o proteini üreten gen bölümü nerdeyse orada bir ayrışma olur. Adenin timinden, sitozin guaninden ayrılır. Bu zincirden yeni bir zincir üretilir. Bu yeni zincir RNA’dır. RNA oluştuktan sonra hücre nüvesinden dışarı çıkar ve hücre organellerinden biri olan ribozoma gider. Ondan sonra bu ayrışan DNA sarmalı yine birleşir.
Bu RNA, haberi taşıyan RNA olduğu için taşıyıcı (messenger) RNA; m-RNA ismini alır. m-RNA ribozoma girince orada başlangıç codon’u protein sentezi olayını başlatır ve sonrasında her üç tanesi bir aminoasiti belirleyecek tarzda protein üretilir. Bitiş codon’u da olayı bitirir. Bir de transfer RNA vardır; t-RNA. Bunlar aminoasitleri taşıyorlar. m-RNA üzerinde karşılığını bulursa taşıdığı aminoasiti proteine ekliyor.
GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)
Biz istiyoruz ki mısır, püskülüne musallat olan kelebeği öldürecek bir protein üretsin. O proteinin dizilimini biliyorsun, karşılığını oluşturup mısırın DNA’sına ekliyorsun ve artık o mısırı yiyen böcekler ölüyor. Biz mısırı yiyince pestisit üreten bir genetik şifreyi de yemiş oluyoruz. Hayvanın, bitkinin DNA’sını aldığımız halde bizim DNA yapımız bozulmuyor da neden bu GDO’ya karşı çıkıyoruz, nasılsa vücut bu DNA’yı da sindirir. Yanlış! Çünkü bütün canlılarda evrensel bir gen yapısı ve buna uygun kalıp algılama reseptörleri mevcut. Bu reseptörler m-RNA’yı tanıyan reseptörlerdir. Aldığımız besindeki m-RNA’yı tanıyarak parçalara ayırır. Hayvanlardan ve bitkilerden aldığımız tüm genetik şifre evrensel reseptörler aracılığı ile parçalanır böylece. Ama şu zehri üreten genetik şifre evrensel gen sistemi içinde olmayan yabancı bir genetik şifredir. Vücut bunu algılayamıyor ve parçalayamıyor. Bu yüzdendir ki insanın karaciğerinde, lenfatik sisteminde, akciğerinde bu genetik şifreyi tespit etti bilim. Bu genetik şifrenin bizim kendi genetik yapımıza nasıl bir etkisi olacağı bilinmiyor. Bilinmemesinin iki büyük nedeni var:
1) Bu konuda araştırma yapmak çok pahalı olup devletten ve bilim kuruluşlarından destek alınamayacağı için yapılamıyor.
2) Bu tür hastalıklar kronik hastalıklardır ve 20-30 yıllık beslenmeden sonra ortaya çıkabilir.
2009 Şubat ayında yayınlanan bir çalışmada GDO’lu mısırdaki genetik şifrenin insan bağırsağında bulunan bakterilerin genetik şifresi ile birleşerek aynı pestisitin üretildiği tespit edilmiştir. Yani bizim bağırsağımızda bilmem ne kelebeğini öldüren ilaç üretiliyor. Bunun bağırsak kanserini ya da başka tür kanserleri ne oranda artıracağı bilgisi şu anda yok. Avrupa’da ve Amerika’da gıdaların güvenliğinden sorumlu kuruluşlar bu gıdaların normal gıdalardan hiçbir farkı olmadığını söylemiştir. Bugüne kadar GDO’lu ürünlerin insan sağlığına hiçbir zararı olmadığı yönünde hiçbir araştırma yapılmamış olmasına rağmen bu iki kuruluş sakıncalı değildir raporu vermiştir. İki kuruluşun da temsilcilerinin kimden ne kadar rüşvet aldığı bugün belgelenmiştir.
Her şeyde yiyoruz bunları. İstediğiniz meşrubatı için, içinde mısırdan üretilmiş nişasta şurubu var ve bu şurubun üretilmesi aşamasında genetik yapısı değiştirilmiş bakteriler kullanılıyor.
Bunun ne yapacağını bilmiyoruz ama Rusya, İskoçya ve Avusturya’da bazı hayvan deneyleri yapılmıştır. İskoçya’da GDO ile beslenen farelerle yapılan deneyde o farelerin iç organlarının normale göre küçük olduğu saptanmıştır. Avusturya’da yapılan çalışmada kısırlık yarattığı saptanmıştır. Rusya’da yapılan çalışmalarda çok ağır toksitideler gösterdiği kanıtlanmıştır. Ama bu çalışmaların hepsinin üzerine ölü toprak serilmiştir.
(Activia gibi yoğurtlardaki bakteriler ile ilgili soru soruldu.) Bunların o konu ile ilgisi yok ama yine de söyleyeyim. İnsan vücudunda sindirime yardımcı olan bakteriler vardır, bu yoğurtlarda da bunlardan var. O bakteriler İsveç’te yapılmış araştırmaya göre konulmuş. Dolayısı ile İsveç’teki insana yararlı bakterilerin Türkiye’deki insana yararlı olacağı kesin değil. Gıda konusu hem üretim hem tüketim aşamasında çok faktöre bağlı. Gıda ile ilgili yaptığınız araştırmada çok dikkatli olmanız lazım. Mesela omega-3 ile ilgili yapılan çalışmalarda bazıları kalp hastalıklarını önlediğini bazıları ise bir etkisinin olmadığı söylemiştir. Hiçbir çalışmada omega-3 tüketimi sırasında ne kadar omega-6 tüketildiğinden bahsedilmemiştir. Ama madem omega-6 omega-3’ün emilimini engelliyor, bir omega-3 çalışması yaptığınızda mutlaka omega-6 miktarını da belirtmelisiniz. Şuna varmak istiyorum: Gıdaların insan sağlığına etkilerini araştırmak çok zor bir konu ve bunun için trilyonlarca lira yatırım yapmak gerekir. Bu yüzden bırakın onları, atalarımızın yaptığını yapalım biz. Binlerce yıldır onlar geldiğine göre doğruyu yapmışlar. Biz onları taklit etmek zorundayız.
AB’ye girme konusuna kesin karşı gelmek zorundayız. Fransa’da reddedilen AB Anayasası tamamen neoliberal ekonomik sistemi savunan bir anayasadır. Bugün AB, Amerika’nın politikasını taklit ediyor, yani sömürgeleşmeyi.
Almanya’da Slow Food bir anket yapmış GDO’ya karşı mısınız diye ve %80 karşı çıkmışlar. O ankette en çok neden karşısınız diye bir soru sormuşlar ve doğaya saygımızdan demişler. Doğaya saygı duyarsak kendimize, sağlığımıza saygı duyarız. Ama aynı Almanya AB’nin diğer üye ülkelerinde mesela Romanya’da, Bulgaristan’da GDO’lu tarım yapılmasını teşvik ediyor çünkü bir yasak koyamıyorsun. Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeysen bir malın satılmasına engel olamıyorsun ve 181 ülke üye bu kuruluşa. Bulgaristan o yüzden apar topar AB’ye dahil edildi bence. Çünkü GDO’nun ekildiği toprak kontaminasyona uğruyor ve o tohum orada 10 yıl canlı kalabiliyor. Başka şey ekseniz bile ektiğiniz bitkiye GDO etkisi bulaşabiliyor. Bu yüzden AB’deki bu ülkeler kendi topraklarında GDO istemiyor da Bulgaristan’da ekiyor.
Sevindirici bir haber var. 117 milyar hektar GDO’lu tarım arazisinin %98’i 5 ülkede. Bu ülkeler Amerika, Kanada, Çin, Arjantin ve Brezilya. Ama maalesef lobisi çok güçlü ve yayılmak istiyor. Başlarda GDO’nun daha iyi olduğunu iddia ederek ortaya çıktılar ama dünya bunu yemedi. Sonra en az onlar kadar iyi dediler. AB bile %5 kota diye bir karar aldı. Bu da lobinin gücünü gösteriyor. GDO’lu tarım ticaretinin %94’ünü Monsanto firması yapmaktadır. Yani ben tek bir şirketin kar etme arzusu sebebiyle iki saattir ayakta duruyorum. Gençliğimde filmlerde bir silah üretilir ve bütün dünyaya hakim olunurdu. Dünyaya hakim olmak için kullanılan o silah artık tohum.
Bütün dünya insanları bir gemide yer alıyor. En dipte Afrikalılar var. Gemi su almaya başladı ve Afrikalılar boğuldu. En üsttekiler de bu gemide yer aldıklarını unutmasınlar.
Derleyen: Tuğba
Ellerine sağlık canım.
Sevgiyle kalın
Yeşim Güriş
NERDEN NEREYE,ERZURUM'DAN ANİ'YE
http://picasaweb.google.com.tr/lh/sredir?uname=yesimciim&target=ALBUM&id=5338722077235982353&authkey=Gv1sRgCNem-oP44b7H0AE&authkey=Gv1sRgCNem-oP44b7H0AE&feat=email
Hatta insanların dilinde darb-ı meseldir ki bir dervişe:
-Nereden gelirsin, derler,
-Kar rahmetinden gelirim, der.
-O ne diyardır, derler;
-Soğukdan 'Ere zulüm' olan Erzurum'dur, der.
-Orada yaz olduğuna rast geldin mi, derler. Derviş der:
-Vallahi 11 ay 29 gün sakin oldum, bütün halkı yaz gelir derler, amma görmedim, der.
Hatta bir kere bir kedi bir damdan bir dama atlarken aralıkta donup kalır. Sekiz aydan sonra bahar gelince, anılan kedinin donu çözülüp "mırnav" deyip yere düşer. Bu da lâtife şeklinde anlatılan bir darb-ı meseldir.
Gerçekten, bir adamın eli ıslak iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donup elinden demiri ve demirden eli ayırmak mümkün değildir. Eli, demirden bin ah vah ile kurtarsa bile eli ayasının bir kısım derisi âhıyla demirde kalır.
Azak diyarında ve Deşt-i Kıpçak'da erbain (Kırk gün devam eden kara kış) ve zemherir (şiddetli soğuk, kış) geçirdik, böyle keskin kış görmedik. Ancak halkı gayet sağlam vücutludur.
20 Mayıs 2009 Çarşamba
TRABZON VE EVLİYA ÇELEBİMİZ
ve sevgili Kenan hocamız.Bir yandan destekleyeceğimiz yerel üreticileri ararken,bir yandan da günümüzde hamsi pişirme tekniklerini araştırıyorum.Hemen hemen herkes ayçiçek yani omega 6 zehirini kullanıyor!Keşke elimde Defne'nin Boğaziçi kampüsündeki magafonu gibi bir megafon olsa ve insanlara nasıl sağlıklı beslenebileceklerini bir çırpıda anlatabilsem...Bundan 4 asır önce Evliya Çelebimiz nasılda güzel anlatmış.O zaman bile zeytinyağını kullanan Trabzonlular ne oldu da unutuverdiniz aslınızı...
http://www.trabzonsport.com/v2006/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&p=22012
Balıkların beğenilenlerini bildirir: Evvelâ hepsinden levrek balığı ve kefal balığı gayet kalaklı (burunlu) balıktır. Kalkan balığının kalağı yoktur, ama âh canım kalkan balığı, gayet lezzetlidir. Kadınlar yeseler elbette hâmile kalırlar. Âdem Peygamber devrinden beri faydası tecrübe olunmaktadır. Birer karıştan büyük kırmızı başlı kızılca tekir balığı vardır, Kızılbaşlı olduğundan bu da lezzetlidir. Kaloz balığı ve erbainde uskumru balığı olur. Daha nice bin türlü balıkları vardır. Ancak mâkbul olan bu anılan balıklardır. Bunlardan fazla sevip uğruna bin can ile kurban oldukları, alım satımı sırasında kavga edip kan akıttıkları balık, canım ‘’hapsi’’ balığıdır. Hamsîn gününde ortaya çıktığı için hamsi balığı derler. Hamsin gününde çıkmasının sebebi; Büyük İskender zamanında bir olgun usta kişi gelip ruhban ve patriklere gıda olsun diye Moloz Kapısı’ndan taşra deniz içinde bir direk üzerine hamsi balığı şeklinde tunçtan bir balık tılsımı yapmış. Hamsîn gününde o balıktan ses çıktığında Karadeniz’de olan bütün hamsi balıkları Trabzon Limanı’na gelip deniz kıyısına düşerler. Daha sonra Peygamber Efendimiz yeryüzüne ayak basınca binlerce tılsımlar yıkılıp Nemrud ateşi söndüğünde bu hamsi tılsımı da yıkılıp denize düşer. Her sene hamsîn gününde hapsi balıkları karaya düştüğünde yahut meneksile adlı kayıklarla dopdolu iskeleye geldiklerinde balık dellâlları vardır, şu şekilde bağırırlar: ‘’Ey muhterûn! Esi çıfata zun, den hurdesin, samur bada taraşa, ey şefte Karun, ahnı kulup ipsarya, ala pamun, ey ümmet-i Muhammet ala pamun’’ derler. Bir tür mürver ağacından boruları var, bir kere öttürünce azîmallah eğer cemaatle namaz kılanlar duyarsa o an namazı bırakıp hamsi balığına koşarlar. ‘’Namaz bulunur, amma hapsi bulunmaz’’ diye camide bulunan imam ve müezzin bile namazı bozup; ‘’Ahçacuğumla bir makrama hapsi ver’’ diye o nazik sırmalı makramalara (havlulara) balığı korlar. Balığın suyunu akıtıp salınarak giderken, bazıları balığın suyunun aktığına acıyıp; ‘’Bre palığın suyın ya ne akıdırsın, suyına bir pilâvcık salsana’’ diye birbirlerine şaka ederler. Bir keresinde Çiço Hüseyin adlı bir kimse eşiyle ala-vere eğlencesinde iken balık dellâlının boru çaldığını duyunca, eşinden balığını çekerek alıp uçkurunu bağlayarak iskele başına gelerek hamsi balığı aldığı meşhurdur, ama ben görmedim. Ancak bir kere balık meneksile borusu çalınınca (---) (---) hamamından beş tane çıplak adam kan ter içinde çıkıp har har soluyarak balık kayığına can atar, bellerindeki peştemallarına balığı doldurunca edep yerleri ortaya çıkar. Balıkçı bunlardan akçe isteyince, çıplak adamda akçe olmadığından balıkçıya kefil vermiş. Balıkçı; ‘’Balık emini, kefil ve yemin almaz, hemen akçedür’’ deyince ‘’Bre âdem, işte şu âdemler şahit olsun imanım sana verdim’’ demiş. Balıkçı da; ‘’Ben kendim namazlı imanımdan bezdim, al benimki de senin olsun’’ demiş. Bu gibi hamsi balığı şakalaşmaları Trabzon’un şehir oğlanları kibarları arasında darbımesel olmuş latifelerdir. Yine Trabzon zarifleri Çiço ırgatlarına şu tekerleme ile sataşarak, Tarabozandır yerimüz Akça tutmaz elimüz Hapsi paluk olmasa Niç’olurtı halümüz Kendi ırgatlarına üleşirler. Tâ bu derecede sevdikleri balıktır. Faydası, şekilleri ve özelliklerini bildirir: Evvelâ bir karış kadar ince, morca, parlakça ve semizce balıkçıktır. Yararı o derecedir ki yedi gün bir adam yese her gece ehline varıp yedişer kere kendi balığın ehline yedire, gayet güçlendirici ve hazmı kolaydır. Ve aslâ balık kokusu olup yiyene hararet vermez. Ve özelliği ve şifası odur ki ağrı hastalığına tutulan adam yese Allah’ın emriyle şifa bulur. Bir evde yılan, çıyan ve akrep olsa hamsi balığının başını ateşte yakıp o evde tütsü etseler bütün çıyanlar kokusundan yok ola. Nice yüz faydası ve özelliği vardır ama bunu yemek Trabzon halkına mahsustur. Kırk türlü yemeğini pişirirler ki her birinde birer çeşit lezzet hâsıl olur. Çorbası, yahnisi, kebabı, böreği, baklavası ve çorbasının her türlüsünü pişirirler. Ama pilaki derler bir çeşit ot taşından tavalar yaparlar. Öncelikle bu hamsi balığını pâk ayıklayıp onar onar kamışa dizip maydanoz, kereviz, soğan ve pırasayı pak küçük küçük kıyıp tarçın ve karabiber ile karıştırıp bir kat kereviz ve maydonozu pilakı tavası içine döşeyip, sonra bir kat hamsi döşeyip, daha sonra Trabzon’un hayat suyuna benzer su zeytinyağını döküp orta hararetli ateşte bir saat pişince sanki nur olup yiyen nur dolu olur. Bu şekilde pişirilip yenirse kuvvetine ve mideye yararlıdır. Gerçekten de sevilecek Yüce Allah’ın sofrasıdır. Bu şehrin suyu ve havasının tatlılığından dağlarında şimşir ağacı, bağlarında servi ve Anadolu cevizi ağaçları var. Allah’ın hikmetidir ki kıble tarafında Erzurum diyarının dağlarında kış ve kıyâmet, burada güllük gülistanlık, reyhan ve erguvan, limon ve turunç bahar ve meyve vermededir.
Sevgiyle kalın.
Yeşim Güriş
ZEYTİNYAĞ SEVENLERE İZMİR'DEN FUAR MÜJDESİ
VINOLIVE 20096. ZEYTİN, ZEYTİNYAĞI VE TEKNOLOJİLERİ FUARI FUAR PROGRAMI AÇILIŞ TÖRENİ
Tarih :21 Mayıs 2009,Perşembe
Yer :Uluslararası İzmir Fuar alanı – 2 No’lu Hol / Tören Alanı Saat :11.00
Açılış Konuşmaları: Sayın, Mustafa Tan- UZZK Yönetim Kurulu BaşkanıSayın, Jamal Al-Batsh- IOC Uluslararası Zeytin Konseyi BaşkanıSayın, Aziz Kocaoğlu- İzmir Büyükşehir Belediye BaşkanıSayın, Cahit Kıraç-İzmir ValisiSayın, M. Mehdi Eker- T.C. Tarım ve Köyişleri Bakanı PANEL & WORKSHOP & TADIM ETKİNLİKLERİ PANEL: 22 Mayıs 2009 // 11.00Yer :Uluslararası İzmir Fuar Alanı - 1 No’lu Hol /Toplantı Salonu Konu: “Bahçeden Sofraya Dünyada ve Türkiye’de Zeytincilik”Oturum Başkanı: Nedim Attila / Gazeteci – Yazar : Dr.Mustafa Tan / Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi (UZZK) Yönetim Kurulu Başkanı : Dr.Ahmet Çetinbudaklar / Uluslararası Zeytinyağı Konseyi (IOC) Eski Dönem Başkanı : Jamal Al-Batsh – Uluslararası Zeytinyağı Konseyi (IOC) Dönem Başkanı
21 Mayıs 2009 // 16.00Yer: :Uluslararası İzmir Fuar Alanı - 1 No’lu Hol /Toplantı SalonuWorkshop:“Zeytinyağı Nasıl Tadılır?"Ümmühan Tibet: Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi (UZZK) Resmi Tadım Paneli Lideri 22 Mayıs 2009 // 14.00 – 17.00Yer :Uluslararası İzmir Fuar Alanı - 1 No’lu Hol /Toplantı Salonu“Zeytinyağı Tadım Kursları”** : Jean Louis Barjol – Uluslarası Zeytinyağı Konseyi Direktör Yardımcısı : Ender Gündüz – Uluslararası Zeytinyağı Konseyi (IOC) İdare Ünite Şefi : Prof.Dr. Semih Ötleş – Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Meslek Yüksekokulu Beslenme ve Diyetetik Bölüm Başkanı : Dr. Eren Akçiçek – Ege Üniversitesi Tıp Fakultesi Bölümü Öğretim Üyesi
23 Mayıs 2009 // 10.00 – 16.00Yer :Uluslararası İzmir Fuar Alanı - 1 No’lu Hol /Toplantı Salonu“Zeytinyağı Tadım kursları”**Ümmühan Tibet: Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi (UZZK) Resmi Tadım Paneli Lideri SERGİTarih: 21 Mayıs – 24 Mayıs 2009Yer: Uluslar arası İzmir Fuar alanı - 2 Nolu HolØ Zeytin Ağacının Gizemi /Yılmaz Kalpalp Sergisi Fuar Ziyaret Saatleri:10.00 – 19.00
19 Mayıs 2009 Salı
PANEL DUYURUSU
Edebiyat Fakultesi Tarih Bolumu
Tarih Arastirma Merkezi
Yer: : I. U. Edebiyat Fakultesi Kurul Odasi 3. Kat Laleli
IMPARATORLUKLAR BASKENTINDEN KULTUR BASKENTINE: ISTANBUL
(25-26 Mayis 2009)
25 Mayis 2009
Pazartesi
09.15-09.30 Acilis Konusmasi:
Prof. Dr. Mubahat KUTUKOGLU
I. Oturum 09.30-10.45
Oturum Baskani: Prof. Dr. Fahameddin BASAR
09.30-09.45 Yrd. Doc. Dr. Ufuk KOCABAS: Yenikapi Batiklari
09.45-10.00 Prof. Dr. Oguz TEKIN: Antikcag Yazarlari ve Sikkelerinde Istanbul’un Baliklari ve Balikcilik
10.00-10.15 Prof. Dr. M. Hamdi SAYAR: Roma Imparatorluk Devri ve Gec Antik Devirde Istanbul Yanginlari
10.15-10.30 Aras. Gor. Y. Gurkan ERGIN: Eskicag’da Istanbul’da Bir Taraftar Isyani: Maviler ve Yesiller
10.30-10.45 Tartisma
10.45-11.00 Ara
II. Oturum 11.00-12.15
Oturum Baskani: Prof. Dr. M. Hamdi SAYAR
11.00-11.15 Doc. Dr. Esin OZANSOY: Istanbul Bogazi’ndaki Guzellik Savasi “Bosporomakhia”
11.15-11.30 Yrd. Doc. Dr. Selim PULLU: Antik Bati Mitolojisi’nde Istanbul Bogazi ve Efsaneleri
11.30-11.45 Doc. Dr. Turhan KACAR: Kadikoy Konsili ve Patrikhanenin Statusu
11.45-12.00 Aras. Gor. Nuray ARABACI: V. Yuzyilda Istanbul Depremleri
12.00-12.15 Tartisma
12.15-13.30 Ogle Yemegi
III. Oturum 13.30-15.00
Oturum Baskani: Prof. Dr. Abdulkadir DONUK
13.30-13.45 Prof. Dr. Abdulhalik BAKIR: Ortacag Cografyacilarinin Izlenimleri Isiginda Istanbul Sehri
13.45-14.00 Prof. Dr. Abdulhalik BAKIR - Dr. Pinar ULGEN: Gec Ortacag’da Istanbul’un Endustriyel Kapasitesine Dair Bir Degerlendirme
14.00-14.15 Seyhun SAHIN: Araplar Istanbul’u Neden Fethedemedi?
14.15-14.30 Ogr. Gor. Hulya CAKIROGLU: Mesleme b. Abdulmelik’in Istanbul Seferi
14.30-14.45 Doc. Dr. Asnu Bilban YALCIN: Bizans, Turk ve Batili Kaynaklara Gore Ortacag’da Istanbul’un Savunma Sistemi
14.45-15.00 Tartisma
15.00-15.15 Ara
IV. Oturum 15.15-17.00
Oturum Baskani: Prof. Dr. Feridun M. EMECEN
15.15-15.30 Hasan COLAK: Sulhen mi Anveten mi?: Istanbul’un Fethiyle Ilgili Bir Hikayenin Gelisimi (16.-19. Yuzyillar)
15.30-15.45 Doc. Dr. Zeynep T. ERTUG: Istanbul’un Eski Sarayi
15.45-16.00 Prof. Dr. Neslihan EFFENBERGER: Berlin ve Londra’da Bulunan Kitab-i Bahriye-Istanbul Haritalari Uzerine Bazi Dusunceler
16.00-16.15 Yrd. Doc. Dr. Ilhami YURDAKUL: Istanbul Su Yollari
16.15-16.30 Doc. Dr. Mualla UYDU: Kiev Knezligi Donemi Rus Kaynaklarinda Istanbul
16.30-16.45 Doc. Dr. Fikret SARICAOGLU: I. Abdulhamid’in Hatt-i Humayunlarinda Istanbul
16.45-17.00 Tartisma
26 Mayis 2009
Sali
I. Oturum 09.30-10.45
Oturum Baskani: Prof. Dr. Idris BOSTAN
09.30-09.45 M. Burak CETINTAS: Istanbul’da Bulunan Yeniceri Mezartaslari
09.45-10.00 Aras. Gor. Burcu KUTLU: Istanbul Arkeoloji Muzeleri’nin Kurulusu
10.00-10.15 Aras. Gor. Ozgur ORAL: Venedik Devlet Arsivindeki Istanbul Baylosu Kayitlari
10.15-10.30 Aras. Gor. Dr. Yusuf A. AYDIN: XVIII. Yuzyil Basinda Istanbul’da Kurulan Bir Manifaktur: Tersane Bezhanesi
10.30-10.45 Tartisma
10.45-11.00 Ara
II. Oturum 11.00-12.15
Oturum Baskani: Prof. Dr. Abdulkerim OZAYDIN
11.00-11.15 Yrd. Doc. Dr. Zekai METE: Istanbul Tarihi Icin Bilinmeyen Bir Kaynak Kulliyati: Mutevelli Temessuk Defterleri
11.15-11.30 Doc. Dr. Arzu TERZI: Istanbul’daki Osmanli Hanedani Mulkleri
11.30-11.45 Aras.Gor. Mustafa SELCUK: Birinci Dunya Savasi Yillarinda Istanbul’un Maruz Kaldigi Tehditler
11.45-12.00 Doc. Dr. Ishak KESKIN: Istanbul Sehir Arsivine Yonelik Degerlendirme
12.00-12.15 Tartisma
12.15-13.30 Ogle Yemegi
III. Oturum 13.30-14.45
Oturum Baskani: Prof. Dr. Mahir AYDIN
13.30-13.45 Doc. Dr. Mustafa AYDIN: 1877-78 Harbi ve Istanbul: Gocler
13.45-14.00 Doc. Dr. Necmettin ALKAN: Alman Gezginlerine Gore 19. yy. Istanbul’unda Bayram
14.00-14.15 Yrd. Doc. Dr. Ismail MANGALTEPE: Fransa’dan Gorevli Olarak Gelen Binbasi Lafitte Clave’nin Istanbul Gunlugu
14.15-14.30 Doc. Dr. Fatmagul DEMIREL: II. Abdulhamid Doneminde Iran Sahi Muzafferuddin’in Istanbul Ziyareti
14.30-14.45 Tartisma
14.45-15.00 Ara
IV. Oturum 15.00-16.45
Oturum Baskani: Prof. Dr. Ali ARSLAN
15.00-15.15 Prof. Dr. Mahir AYDIN: Isgal Istanbul’unda Anarsi
15.15-15.30 Aras. Gor. Fatih TIGLI: 19. yy. Sonunda Istanbul’da Sagir ve Dilsizlerin Egitimi
15.30-15.45 Yrd. Doc. Dr. Samil MUTLU: Istanbul Sibyan Mektebleri(1868)
15.45-16.00 Yrd. Doc. Dr. Hacer Banu KONYAR: Yirminci Yuzyilin Ilk Ceyreginde Istanbul’da Kadin Hareketleri
16.00-16.15 Yrd. Doc. Dr. Murat KARAVELIOGLU: Ihtifalci Mehmed Ziya Bey ve Istanbul ve Bogazici Adli Eseri
16.15-16.30 Tartisma
16.30-16.45 Ara
V. Oturum 16.45-18.00
Oturum Baskani: Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN
16.45-17.00 Prof. Dr. Fahameddin BASAR: 1933 Reformundan Itibaren I. U. Edebiyat Fakultesi Tarih Bolumu Mensublarinin Istanbul Ile Ilgili Calismalari
17.00-17.15 Prof. Dr. Ertan EGRIBEL: Cumhuriyet Doneminde Istanbul
17.15-17.30 Yrd. Doc. Dr. Abdulkadir EMEKSIZ: Propaganda Unsuru Olarak Istanbul Manileri
17.30-17.45 Dr. Seza SINANLAR: 19. Yuzyil Istanbul’unun Resim Uretim Ortami: Pera
17.45-18.00 Tartisma
18.00-18.15 Kapanis ve Degerlendirme Konusmasi
18 Mayıs 2009 Pazartesi
DİKKAT TOMURCUK ÇIKABİLİR!
15 Mayıs 2009 Cuma
YILAN YASTIĞI MI BIÇAĞI MI?
Bambul Ya da Tırsıl .
Ahmet Filmer
Bambammayak, gork bastıran, alagömeç, çitemik veya çöğür.... Bu isimler size yabancı gelmiyorsa artık kendinizi kesinlikle Bodrumlu sayabilirsiniz...
O zaman döşeklik, halvecik, ılbıda, karabebbe, körek veya köremen'i de tanıyorsunuzdur mutlaka. Konuya ilgi duyduğunuz anlaşılıyor. Öyleyse höşmörü, patpatanak, kazıyak, tilkişen ve kireçlik adlarını da duymuş olmalısınız. Henüz yukarıda saydığım cinslerle tanışmamış olanlara bilgi vermek için, Bodrumlu'nun yakından tanıdığı üç yüz civarında ot, çiçek, çalı veya ağaç türlerinden bazıları bunlar, Bodrumca. Ege'de bilinmeyen ve kullanılmayan bir bitki türü neredeyse yok denecek kadar az. Sebze, meyve, baharat olanlardan tutun da, sepet veya süpürge yapımında veya sadece yakacak olanlara, süs çiçeği, boyar madde, ilaç, büyü veya zehir amaçlı kullanılanlara kadar envai çeşit yeşillik bilinir Ege ve Akdeniz kıyısında. Hitit, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarına kadar geriye gider bu tarihi bilgi. Bu konuda en ünlü isimlerden birisi hekimlerin babası olarak bilinen İstanköylü Hipokrates'dir. 400 civarında bitkisel kökenli ilaç reçetesi bildiği kayıtlara geçmiştir. Anadolu ve Akdeniz bölgesinde yetişen tıbbi bitkiler hakkında bilinen, tedavi alanında hekimlerce 1500 yıldır kullanılan en eski ve önemli kaynak ise Dioscorides'in Arapça'ya "Kitab-al Haşayiş' olarak çevrilmiş olan eseridir. Ebu Reyhan Birûni, İbn Sina, Al-Gafiki, İbn Baytar ve Antakyalı Davut gene bu yöreye hekim, eczacı ve filozof olarak hizmet vermiş İslam dünyası alimlerinin en ünlüleridir.
Şimdi biz Bodrum'a geri dönelim... Cuma pazarında tezgâhta duran bazı otlara baktığınızda adeta gözlerine inanası gelmez insanın. Neden mi? İşte size bir örnek. Başka yerlerde kimsenin el sürmediği, hatta zehirli olarak bilinen 'it üzümü' Bodrum'da satılır ve haşlandıktan sonra salata olarak yenir. Solanaceae familyasından, latince solanum nigrum olarak bilinen, bir yıllık, beyaz çiçekli ve otsu bu bitki; Girit otu, it boncuğu, köpek memesi, köpek üzümü, kuş üzümü, stifno (Ayvalık), yaldıran adları ile de tanınır. Meyveleri bezelye büyüklüğünde, önceleri yeşil ve olgunlukta siyah renklidir. Meyvelerinin zehirlenmelere neden olduğu yayınlarda kayıtlıdır. Merak edenler, bu otu değişiklik olsun diye sofrasında görmek isteyenler için, herhangi bir pazar yerinde kocakarılara 'Bambul'u nasıl yediklerini sormanız yeterli olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde Adanalı bir zat ziyaretimize gelmişti ve henüz Bodrum'da, sebze olarak keşfedilmemiş olduğunu sandığım bir bitkinin çorbasını yapıp önümüze koyduğunda ağzım bir karış açık kaldı. Yörede 'Andırın Doktoru' olarak bilindiğini de öğrenmiş olduk bu arada. Çorbanın bir de adı var: Tırşik, Kürtçe'de ekşi anlamına geliyormuş. Anadolunun hemen hemen her yerinde görebilir ve bulabilirsiniz bu bitkiyi. Bizim bahçede bol miktarda var. Tadına bakmak isteyenleri Gümüşlük Akademisi lokalinde bekliyoruz. Şimdi bunun hangi bitki olduğunu merak edenlere biraz bilgi aktarayım; bir tür arum, bizdeki türü ünlü hekimin adı ile anılıyor yani arum dioscoridis; yumrulu çok yıllık, uzun saplı, büyük ve ok biçiminde koyu yeşil yaprakları olan, patlıcan renginde ve huni/külah şeklinde çiçek açtıktan sonra turuncu/kırmızı mısıra benzer meyveler veren bu bitki; buralarda 'yılan bıçağı' veya 'yılan yastığı' olarak bilinir. Anadolunun diğer yörelerinde dana ayağı, domuz lahanası (Trabzon), domuz pancarı, fil kulağı (Diyarbakır), gâvur pancarı, ilandili, kari (doğu Anadolu), livik (Sivas), nivik (Samsun, Tokat), acı soğan (Antalya), buzağı otu, sarmalık, yaldıran (Tekirdağ), yılan boncuğu, yılan cücüğü, yılan dili ve daha nice adlarla anılan bu bitkiyi siz de etrafınıza dikkatlice baktığınızda kolayca keşfedebilirsiniz. Yumrularının Trabzon'dan süs bitkisi olarak ihraç edildiğini de biliyoruz. Ayrıca Adana ve Mersin'de yapraklardan et dolması sarıldığı da kayda geçmiş. Biz henüz bu reçeteye ulaşamadık, bilen biri varsa öğrenmek isteriz. Aman dikkat! Usulünü bilmeden ne çorbasını ne de dolmasını denemenizi öneririm, ne de olsa bileşiminde saponin ve kosinin gibi etkili maddeler taşıyan bu bitki taze olarak tüketildiğinde ciddi zehirlenmelere neden olacaktır.
14 Mayıs 2009 Perşembe
NERDEN NEREYE...
Bu hanım kızımız ise benim geçen seneki kızımın yavrusu.Yani benim torunum olur kendileri.Adını CANCAĞAZIM koyuverdim.Birinci göbek balkon yerlisi!Tüm fidelerin içinde de yarış birincisi.Nasıl da gururluyum bilemezsiniz!Bu sabah ilk tomurcukları gördüm sanki.Boğazlamasını birkaç gün önce yapmıştım zaten.Bu sene malç tekniğini de deneyeceğim.Ne kadar az su o kadar çiçek tutma oranı.Birkaç arıyı da part time işe alırsam değmeyin keyfime.Yaseminim kış uykusundan kalktı,filizler baş göstermeye başladı bile.Begonvil de ayaklandı gibi.Hanımeli yaprak yaprak.Limonumsa inatla yaşama tutunuyor.Lavanta kışı atlattı.Sardunya kırmızı kırmızı döktürüyor yine.Hepsi nefis parfümleri ile arıları balkonuma davet ediyor olacaklar.Bense sarı sarı gülümsemelerini özledim...
Sevgiyle kalın.
Yeşim Güriş
10 Mayıs 2009 Pazar
9 Mayıs 2009 Cumartesi
YAĞLAR VE KENAN HOCA
7 Mayıs 2009 Perşembe, Kenan Demirkol Hoca ile Yağ Söyleşisi:
Kenan Hoca söyleşiye adeta kimya dersiyle başlayıp yağların kimyasal yapısını anlattı. Ardından yağ asitlerini, hangi yağın hangi yağ asidini içerdiğini, bunların yararları, zararları ve kaynakları üzerinde durdu. Ayçiçek yağından üzüm çekirdeği yağına kadar pek çok yağ hakkında detaylı bilgiler verdi. Tereyağı ve yumurta konusuna da değindi. Konuşmanın özetini Kenan Hoca’nın ağzından aktarıyorum:
BİO-YAKIT YALANI:
Yağlar, karbon ve hidrojen atomlarından oluşan ve yağda çözünen bir hidrokarbon zinciri ile oksijen ve hidroksit içeren ve suda çözünen bir hidroksil grubundan oluşur. Alkolün yağdan farkı hidroksil grubunda sadece hidroksit bulunması. Benzinin yağdan farkı ise sadece hidrokarbon grubundan oluşması yani hidroksil grubunun olmaması.
Dolayısı ile her üç madde de karbon içeriyor ve oksijen ile yakılmaları sonucunda atık ürün olarak karbondioksit ve su çıkıyor. Sonuçta alkol ya da tarımsal kökenli dizel, fosil yakıtlarla aynı kapıya çıkıyor, yani çevreye daha az zararlı değiller. Bu kadar ön plana çıkmalarının sebebi enerji piyasasında pay alma kavgası, yoksa çevre ile bir ilgisi yok.
YAĞ ASİTLERİ:
Yağ asitleri karbon atomları arasındaki bağ şekillerine göre şu şekilde sınıflandırılır:
1- Doymuş
2- Doymamış
a- Tekli Doymamış
b- Çoklu Doymamış
i- Omega-3
ii- Omega-6
Karbonlar arasında sadece bir bağ varsa doymuş, çifte bağ varsa doymamış yağ asidi oluyor. Eğer bu çifte bağ bir tane ise tekli, birden fazla ise çoklu doymamış yağ asidi oluyor. İlk çifte bağ, zincirdeki hangi karbondan başlıyorsa yağ o isim ile anılıyor. Yani 3. ve 4. karbonlar arasında çifte bağ varsa omega-3, 6. ve 7. karbonlar arasında varsa omega-6 oluyor.
(Bu kadar teorik bilgiden sonra sıra omega-3 ve omega-6 yağlarının önemine geldi.)
OMEGA-3 YAĞ ASİDİ:
İnsan vücudu için en gerekli yağ asidi omega-3’tür, çünkü omega-3 hücre zarı ve miyelin kılıfta kullanılan bir yapı taşıdır. Bu yüzden birçok hastalık omega-3 yoksunluğundan kaynaklanıyor. Omega-3:
- Hücre zarı elastikiyetini etkiler. Yokluğu yüksek tansiyona sebep olur.
- Hücre zarında elektriksel stabiliteyi sağlar. Yokluğu çarpıntı hastalıklarına ve aritmilere sebep olur.
Omega-3 hücre zarında bulunmadığı zaman araşidonik asit ile idame edilir. Araşidonik asit stres hormonlarının hammaddesidir. Yani gecekondumuzu inşa edecek tuğla bulamadığımızda yerine el bombası kullanıyoruz. Damar yaralanması söz konusu olduğunda pıhtılaşma ile yaranın tamiratı trombositler ile yapılır. Omega-3 zengini hücrelerde bu iş az sayıda trombosit ile yapılır. Eğer araşidonik asitten bol bir damar yaralanmışsa tamirat mesela 3 değil 300 trombosit ile yapılmaya çalışılır. Yani damar tıkanıklığı ve kalp krizi.
Şimdi 40 yaşın üstündekilere aspirin önermemizin sebebi budur. Kan sulansın da tıkanıklık yapmasın. Ama bir aspirin insanı 7 gün kanatır, hatta aspirin kullanan insanları ameliyat etmek için bir hafta beklemek gerekir.
Omega-3 aynı zamanda glikoz metabolizmasının iyi çalışmasını sağlar. Aşırı insülin salgılanmasını engelleyerek metabolik sendromu önler.
Omega-3 güçlü bir antioksidandır; kanseri önler.
OMEGA-6 YAĞ ASİDİ:
Yağlar, içinde en çok hangi yağ asidi bulunuyorsa onun ismi ile anılır. Mesela ayçiçek yağı omega-6 ile anılır. Omega-6 içeren diğer yağlar arasında mısırözü ve soya yağı sayılabilir. Ayçiçek yağının %60’ı içinde iki tane çifte bağ olan linoleik asitten oluşmaktadır. Linoleik ait bağışıklık sistemi tarafından hammadde olarak kullanılır, cilt sağlığı için önemlidir.
Doktorlar 40-50 yıl önce kolesterolü düşürüyor diye omega-6 içeren yağları önerdiler. Ama bu yağların içinde doymuş yağ asitleri de vardır. Ayrıca omega-3 ve omega-6 yağ asitleri bağırsaklardan aynı enzimlerle emilir. Omega-6, omega-3’e göre daha büyük, daha hantal olduğu için reseptörleri işgal eder ve omega-3’ün emilimini engeller.
Omega-3’ün emilimini engellemeyecek ölçüde omega-6 almak gerekir. Bunu sağlayan omega-3:omega 6 oranı hakkında değişik görüşler vardır. Japonlar bu oranı 1:1 olarak açıklamıştır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 1:4’tür. Yani 1g omega-3’e en çok 4g omega-6 alınabilir. Bir yemek kaşığı ayçiçek yağı 12 gramdır. %60’ı yaklaşık 7.5g yapar. 7.5g omega-6’yı karşılamak için yaklaşık 2g omega-3 almak gerekir. Oysaki 100g hamside bile 1.2g omega-3 var. Yani omega-3 altından daha değerli. Bu yüzden eve ayçiçek, mısır, soya, pamuk yağı sokmuyoruz. Bugünkü beslenmemizde omega-3:omega:6 oranı 1:20-50’dir. Patates cipsi, mayonez, ketçap, salata sosları, dışarıda yediğimiz bütün tencere yemekleri hep bu yağlardan yapılıyor. İsterseniz bir kutu balık yağı (omega-3 bakımından zengin) alın, beslenmenizden ayçiçek yağını çıkarmadıkça bir işe yaramaz anca kanalizasyonu sevindirirsiniz.
Zeytinyağının içinde %7 linoleik asit vardır ve bu bize ihtiyacımız olan omega-6’yı sağlar. Omega-3 açısından bakarsak yine de riskli bir durum var, çünkü zeytinyağı omega-6 da içerir bu yüzden ölçülü kullanmalı, kaşık kaşık içmemeliyiz.
OMEGA-3 NELERDEN ALINIR?
Üç tane omega-3 kaynağı vardır:
1- Bitkisel kökenli alfa linoleik asit (ALA)
2- Hayvansal kökenli eicosopentaen asit (EPA)
3- Hayvansal kökenli docosaheksaen asit (DHA) (Miyelin kılıfta olan budur yani beyin için iyi olan)
Bir grup çocuğa balık yağı vermişler ve balık yağı verilmeyenlerle karşılaştırmışlar. Bir müddet sonra balık yağı alanlarda televizyon izleme azalmış, ders çalışma ve başarı artmış. Kütüphane yok mu diye sormaya başlamışlar.
Eksik omega-3 deposunu doldurmak 2 yıl alıyor.
Peki balık olmayan ülkelerde insanlar nasıl omega-3 aldılar? Bu soruyu cevaplamak için balığın neden omega-3 içerdiğini bulmak yeterlidir. Balık omega-3 içerir çünkü yosun ya da yosun yiyen küçük balık ile beslenir. Yani omega-3 kaynağı yeşilliktir. İnek de otlarsa onun etinde de omega-3 bulunur. Ama maalesef piyasada satılan çeşitli tereyağlarını TÜBİTAK’a kendi paramla test ettirdim ve hiçbirinde omega-3 çıkmadı. Pirinç kırığı, patates, pancar küspesi ve mısır silajı yedirerek hayvandan omega-3 alınması mümkün değildir.
Madem artık inek omega-3 yemiyor biz yiyelim deme lüksüne de sahip değiliz. Çünkü insan, bitkisel kökenli olan alfa linoleik asitten EPA ve DHA üretmekte zorlanıyor. 7g ALA’dan 1g EPA anca üretebiliyor. Bu mikitar 10 kg marulda var ve bu kadar yememiz mümkün değil. Vejetaryenlere de ayrıca duyurulur.
Günde 1.6g EPA veya DHA lazım. Bunun için 50g keten tohumu yemek lazım, mümkün değil. Ceviz de iyi ama 100g cevizin 600 kalorisi var. Bunun yerine 200g hamsi yiyelim. Hamsi, sardalye, uskumru yiyin. Küçük balıkları tavsiye etmemin sebebi denizlerimizin inanılmaz derecede ağır metallerle kirlenmiş olması. Ağır metaller balığın yağ dokusunda birikiyor. Balık büyüdükçe yağ dokusu, dolayısı ile de ağır metal birikimi artıyor. Dip balığı (kalkan) ve büyük balık yemeyin. Hamsi yüzey balığıdır ve yakalananlar 1 yaşın altında olduğu için temiz sayılabilir. Hamsi en güçlü omega-3 kaynaklarından biridir. Her gün balık yiyin de diyemiyorum bu sefer de ağır metal birikiminden gidersiniz.
Ziraatı öldürdük; ziraat mühendisliğini yarattık, gıdayı öldürdük gıda mühendisliğini yarattık, çevreyi öldürdük, çevre mühendisliğini yarattık. Sağlıklı toplum istiyorsak köklerimize; bilge köylü tarımına dönmeliyiz. Bu işler bireysel olmaz. Mesela Pembe Domatesçiler biz 3-5 hayvan yetiştireceğiz der. Ya da devlet kronik hastalık tedavisine 30 milyar dolar harcayacağıma çiftçiye 10 milyar dolar vereyim der. 30 milyarı Amerikan firmalarına kaptıracağına, 10 milyarı çiftçine ver hem de insanlar sağlıklı yaşasın değil mi?
Hayvansal kökenli omega-3 balık dışında yumurta sarısında var. Her sabah 1 ya da 2 yumurta yiyin. 2 yumurta 0.8 g omega-3 verir. Ama tabii ki doğal yumurta. Türkiye’deki yumurtalardan civciv bile çıkmıyormuş, civcivler İsrail’den geliyormuş.
YUMURTA VE KOLESTEROL YALANI:
Bir yumurtada 300 mg kolesterol var. İnsanın günde alabileceği maksimum kolesterol miktarı da 300 mg. Ama bu kolesterol tek başına değil kümeler halinde bulunuyor.
Üç çeşit kolesterol var:
1- VLDL (very low density lipoprotein)
2- LDL (low density lipoprotein)
3- HDL (high density lipoprotein)
LDL de kendi içinde küçük LDL ve büyük LDL olarak ikiye ayrılıyor. Yumurtadaki büyük LDL ve çapı 0.28 mikron. Hücrede büyük moleküllerin alınması için tüneller vardır, bu tünellerin çapı ise 0.22 mikron. Yani bu kolesterol hücreye giremiyor. Ayrıca yumurtada lesitin diye bir madde var. Bu madde yumurtadan alınan kolesterolün bağırsaklardan emilimini engelliyor. Kazara emilenler olursa da hücreden geçemiyor. Bir de yumurta da doymuş yağ asidi de yoktur.
Ev hanımları kızacak ama yumurtayı yıkamadan kırın. Yumurta kabuğunun üzerinde bulunan salmonellalar (zararlı bir bakteri), yumurta ıslaksa yumurtanın içine geçer. Kuru iken bu risk az. Yumurtayı kırıp hemen elinizi yıkayın. Eğer yumurtanın dışnda tavuk pisliği varsa bir kağıtla temizleyip sonra kırın. Ayrıca tencere kenarına vurarak da kırmayın, tencerenin içine geçebilirler.
Yumurta palavrası yılda 50 milyar dolarlık kolesterol hapı satılsın diye uyduruldu. Kolesterolü olan birisi beslenme şeklini değiştirmediği sürece (şeker yemeyecek, mera hayvanından olmayan sütü içmeyip peyniri yemeyecek, kolesterolü oksitleyen yiyeceklerden kaçınacak…) bu hapları kullanmak zorunda kalır. Ama unutmamalıdır ki bu haplar kansere yol açabilir.
Çiftlik yumurtası bulamıyorsanız içinde 2.5 kat fazla omega-3 olan omega-3’lü yumurtaları tercih edebilirsiniz. Bu yumurtaların sağlandığı tavuklara keten tohumu yediriyorlar.
Fazla omega-3 alınsa bile kaka ile atılır (bir dinleyici sordu). Karaciğer yağlanması da omega-3 eksikliğinden. Omega-3 eksikliği olup olmadığı test edilebiliyor, Türkiye’de yapılıyor mu bilmiyorum. “Eritrosit” testinde alyuvarların hücre zarındaki omega-3 miktarına bakılıyor, bu miktar kalp kasındaki omega-3 miktarı ile paralel. Yüksek seviyede omega-3 enfarktüs riskini düşürdüğü gibi enfarktüse bağlı ölüm riski de düşük seviyede omega-3’ünküne göre %90 fark ediyor.
DOYMUŞ YAĞLAR:
Tereyağına kendine has kokusunu ve tadını veren bütirik asit doymuştur.
Doğada 40 çeşit doymuş yağ var. Bunlardan 3 tanesi sağlığa zararlıdr.
1- C12 - laurik asit
2- C14 – ministik asit
3- C16- palmitik asit
(C18 – stearik asit, açıklanacak)
Bu asitler kolesterolü asitlediği için zararlıdır. Yoksa kolesterol zararlı değildir. Zararlı olsa anne sütünde bulunmazdı zaten. Oksitleyen maddeler früktozun trigliserite dönüşmesi ve C12, C14, C16. Kolesterol oksitlenirse damar sertliği yapar.
Palmitik asit kahveye atılan süt tozlarının hammaddesi. Afiyet olsun, damar kireçlenmesi!
Mesela Adana kebap. Hammaddesi iç yağdır. İç yağın hammaddesi de palmitik asit. Atalarımız da Adana kebap yiyordu da niye onlara bir şey olmuyordu? Çünkü onlar mera hayvanından elde ediyorlardı eti. Mera hayvanının iç yağındaki ana madde stearik asit. Stearik asit 37.5 derecede emiliyor ve vücuda alındıktan 15 dakika sonra oleik aside yani zeytinyağındaki yağ asidine dönüşüyor.
ETTEN ÇOK PEYNİRDEN KAÇININ!
Mera hayvanının etinde omega-3 vardır ve C12, C14, C16 çok azdır. Ayrıca konjüge linoleik asit (CLA) içerir ki bu asit çok kuvvetli bir antioksidandır. CLA içeren besinlerle beslenen kadınlarda %60 daha az meme kanseri görülür. Mera hayvanının sütünde ayrıca insüline benzeyen bir büyüme hormonu da bulunur. Anadolu’da 100 yaşında üçüncü kalıcı dişini çıkaranlar efsane değildir. CLA ve bu büyüme hormonu sadece mera hayvanının sütünde var. Bugünkü sütte ise durum tam tersi. Etten çok peynirden kaçının. Çünkü hiç olmazsa etin yağını ayıklayabiliyorsunuz. Kıyma değil ama, kıyma almayın sakın. Peynirin yağını ise ayıklayamıyorsunuz. Beyaz peynirin %20’si yağ. Tanıdığınız bildiğiniz üreticilerden alın. Keçi yemle beslenmez derler ama organik keçi peyniri satan bir marka sağımda keçilere küspe veriyormuş.
STRES DEĞİL YANLIŞ BESLENME
İnsanlar niçin 36 yaşında kanser olup, 30 yaşında enfarktüs geçiriyor? Stres diyorlar, yalan! Yeteri kadar omega-3 alınırsa stresle baş edilebilir. Bir araştırmada omega-3 yönünden zengin beslenen Japonya ile omega-3 yönünden fakir beslenen Polonya karşılaştırılmış. Japonya’da stres daha fazla olmasına rağmen 5 kat daha az depresyon görülmüş. Amerika’da sadece omega-3 ile şizofreniyi tedavi eden klinikler var.
ZEYTİNYAĞI, MARGARİN VE TRANS YAĞLAR
Zeytinyağının hammaddesi oleik asittir. Oleik asitteki karbonlar arasındaki çifte bağ, üç boyutlu atom yapısına baktığımızda atomların birbirlerine 107 derecelik bir açıyla bağlı olmalarına sebep olur. Bu 107 derecelik kırılma aynı yönde ise “cis”, ters yönde ise “trans” diye adlandırılır. Ters yöndeki bu trans yağ asitleri vücut tarafından tanınmıyor, tanınsa bile sindirilemiyor. Karaciğerde ve damarlarda depolanıyor. Yani benim sünnet düğünümde yediğim patates kızartmaları hâlâ duruyor.
Trans yağlar kolesterolü oksitler. Hatta inme açısından düşündüğümüzde doymuş yağlardan da tehlikelidir.
Trans yağlar en çok şarküteri ürünlerinde (salam, sosis, vb) bulunur. Bunlarda zaten doymuş yağ da çoktur.
Margarinde de trans yağ vardır. Şimdi margarindeki trans yağları attılar ama bu onu aklamaya yetmez. Zaten bugün pastacılıkta kullanılan (börek, poğaça, açma, vb) margarinler hâlâ trans yağlı. Çünkü piyasadaki margarinlerin sadece üçte birinden trans yağlar çıkarıldı. Pastaneler de ucuz olan trans yağlı margarinleri tercih ederler doğal olarak.
60 g poğaçadan rahat 20 g margarin alıyoruzdur. Dünya Sağlık Örgütü trans yağ alınmamasını, alınsa bile günde en çok 2 g alınmasını tembihliyor. Gerisini siz düşünün artık.
Ucuz sıvı yağlar ilk aşamada hidrojenize edilerek katı hale getiriliyor. İkinci aşamada, ters gelen yağ asitlerinin filtre edilmesi gerekiyor. E tabii bu da ek masraf gerektiriyor.
Margarin yapımında ya Hindistan kökenli palm yağı, palm çekirdeği yağı ve Hindistan cevizi yağı gibi doymuş yağ asitlerinden zengin yağlar ya da pamuk yağı, ayçiçek yağı gibi çoklu doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar kullanılıyor.
Margarin yiyerek vücudunuza şunları alırsınız:
1- Trans yağ asidi
2- Palmitik asit
3- Linoleik asit
Linoleik asit ısıtıldığı anda hidroksinanomal diye bir madde oluşur. Bu madde hücredeki genetik yapıya atak ederek kansere sebep olan bir maddedir. Bu yüzden kızartmaları ayçiçek yağı, mısır yağı gibi yağlarda yapmamalıyız.
Kızartma zeytinyağında yapılırsa hidroksinanomal oluşmaz, omega-3’ün emilimi engellenmez, ayrıca zeytinyağı ısıya dayanıklıdır. 230 – 250 derecede dumanlaşır. Bu açıdan bakıldığında ısıya en dayanıklı yağdır. Sızma yağını tavada kullanırsak organik koku maddeleri daha düşük ısıda yandığı için bir koku oluşur ama bu zararlı değildir ve kesinlikle yağın yağdığını göstermez. Zeytinyağı ile kızartma yapılmaz yalanını Marshall yardımından sonra uydurdular.
Tavalar 170 - 200 derece sıcaklıkları arasında kullanılır ama pişirme zamanı olarak 170 ile 200 derecenin bir farkı yoktur. Bu yüzden illâ kızartma yapacaksanız 170 derecede kızartın. Ayrıca sebzelerin yağ çekmesinin en önemli sebebi kızartma yağının defalarca kullanılmasıdır.
FINDIK YAĞI
Fındık yağı zeytinyağına çok benzer. Fındığın %60’ı yağdır. Ama yağının çıkarılması için 80 dereceye ısıtılması yani rafine edilmesi gerekir. Bu da antioksidanları öldürür. Zeytinyağından vazgeçmeyin; hem yağ kalitesi hem de antioksidan açısından zenginliği bakımından.
KANOLA YAĞI
Kanola yağından bahsetmek bile istemiyorum.
RİVİERA ZEYTİNYAĞI
Zeytin çuvala konur, bağlanır, asılır ve kendiliğinden bir yağ çıkar. Ondan sonra prese alınır. Bir müddet sonra ağırlık bindikçe çekirdekler de kırılmaya başlar ve çekirdeğin içindeki asitler de yağa karışır, bu yüzden yağ acımsı bir hal alır. Bu en son yağın piyasa değeri yoktur. Ticarî açıdan değeri olmayan bu çok tortulu zeytinyağları ısıdan geçirilerek rafine zeytinyağı elde edilir. Koku versin diye de içine %5 oranında sızma eklenir. İşte bu yağa riviera zeytinyağı denir.
Siz sızma zeytinyağı kullanın ve yağı da ateş kapatıldıktan sonra koyun. Ben hatta yemek tabağa gelince ekliyorum zeytinyağını. Zeytinyağı ısı görmeyince antioksidanları ölmez ve asitidesi artmaz (mide hassasiyeti önlenir böylece).
Bir dinleyiciden not: Zeytinyağının soğuk presle mi kontinü sistemle mi elde edildiğine dikkat edin. Çünkü kontinü sistem ile elde edilenler sızma değildir.
Zeytinyağını şeffaf şişeye koymayın. E vitamini ve antioksidanları ölür.
Türkiye’de kişi başına düşen zeytinyağı tüketimi yılda 1litre, Yunanistan’da ise 20 litre. Yani herkes bilinçlense bile yeteri kadar zeytinyağı yok.
ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ, KABAK ÇEKİRDEĞİ, CEVİZ, BADEM YAĞLARI
Üzüm çekirdeği yağını araştırmıştım, tam hatırlamıyorum ama sanırım lineloik asit fazla içeriyor diye beğenmemiştim. Kabak çekirdeği yağı da öyle. Kabak çekirdeği prostata iyi geliyormuş (bir dinleyici söyledi). Ama şuna dikkat edin; prostattan korunayım derken bütün vücuttan olmayın. Bu tarz şifa ile ilgili yiyeceklerin ölçüsü taneyle olmalı bizde ise ölçüler avuçla. Bir avuç fındık mesela aşağı yukarı 500 kaloridir, ayrıca aldığın 80 gram yağın yaklaşık 10 gramı lineloik asittir. Fındık yağının bileşimi aslında iyi değildir. Yani 3-5 tane kabak çekirdeği yiyin ama abartmayın öyle avuç avuç yemeyin. Ceviz ve badem yağları iyidir aslında ama badem yağında arsenik vardır, bu yüzden az yiyin. 100 g cevizde 600 kalori vardır.
Susam yağı da ayçiçek yağı gibidir, kötüdür. Yani sadece susamdan alınan omega-6 tolere edilebilir ama başka omega-6 almazsan. Tahin helvası yemeyin. Hem içerdiği susamdaki kötü yağ açısından hem de içerdiği şeker açısından. Tahin pekmezden de uzak durmak gerekir.
OMEGA-3 KAPSÜLLERİ VE TAKVİYE VİTAMİNLER:
Günde 2 yumurta yiyerek omega-3 ihtiyacımızın yarısını karşılayabildiğimize ve omega-3’ten yoksun bir dönemde yaşadığımıza göre sağlıklı beslenerek geri kalanını alamıyorsak üzülerek söylüyorum dışarıdan takviye etmek zorundayız (Hocaya kendisinin kullanıp kullanmadığı soruldu, “maalesef kullanıyorum, benim kullanmam zorunlu zaten” dedi). Omega-3 balık yağından üretiliyor (Alaska’daki balıklardan üretiliyor ve burada kirlilik de az).
Omega-3’ü takviye edebilsek de CLA’yı edemeyiz. Doğada 15 çeşit CLA vardır. Sütte bulunan CLA ile aspirden üretilip zayıflatmak amacıyla kozmetikte de kullanılan CLA’nın atomik yapısı aynı değildir. Aspirden üretilen CLA kalpten omega-3 alıp götürür. Eğer sütten CLA alamıyorsanız asla takviyeye başvurmayın.
Örneğin E vitamininin kanseri önlediği ortaya çıktıktan sonra bir deney yapıldı ve bir gruba E vitamini hap olarak verildi, diğer gruba ise verilmedi. E vitamini alan grupta %10 daha fazla kanser görüldü. Çünkü yapay olarak üretilen E vitamininin %90’ı trans.
Haftada 40 farklı, çoğu toprak kökenli besin maddesi tüketiliyorsa asla ek vitamin ve minerale ihtiyaç yoktur. 40 farklı besin maddesini nasıl alabiliriz haftada? Her gün farklı bir salata yaparak. Ama maalesef bu şekilde omega-3’ü ve CLA’yı alamıyoruz. CLA’yı dışarıdan takviye ile de alamıyoruz. Otla beslenen hayvanın sütünden peynirinden başka seçenek yok yani.
Otlayan hayvan kirlilikten de nasibini alabilir (civa, kurşun). Mesela Almanya’da otoban kenarında hayvan otlatmak yasak. Ama tabii Ağrı’da bu sorun yok.
ORGANİK HAYVANCILIK YASASI YANLIŞ
Mısır’ın Anadolu geçmişi 400 yıl. Yani hayvanın beslenmesinde mısır yok ki! Nasıl biz şeker yemeyin, nişasta az tercih edin diyorsak aynı şey hayvanlar için de geçerli. Patates, mısır, pirinç kırığı hep nişasta halbuki. Kışın hayvanları yemle besliyor olabilirler. Sonbahara doğru hayvanlar yayladan inmeden gidin mesela Ağrı’daki bir köye peynirinizi yaptırın.
Ben sonbahara doğru yurtdışına çıktığımda yaz boyunca merada otlamış hayvanın sütünden üretilen organik tereyağı alıyorum çünkü organik hayvancılık yasası yanlış. Organik tarım yasası makul ama Avrupa Birliği organik hayvancılık yasasını alın çöpe atın. Çünkü %10 sanayi yemine izin veriyor. Ayrıca organik tarımla üretildiyse pancar küspesine, patatese, mısıra izin veriyor. Ne zamandan beri hayvan pancar yiyor? O yüzden kışın dikkat etmeli.
SONUÇ
Benim yaptığım 100 sene önceki Anadolu’yu bugünkü bilgilerle çözümlemekten başka bir şey değil. Talep etmeyi bilirsek ulaşma olasılığımız da artar. 1.5 milyon çiftçi işsiz kaldı, biz kılımızı bile kıpırdatmadık. Bu yüzden kronik hastalıklardan ölmeye mahkûmuz. Fakir ama temiz kalmış köyleri yeniden bulmak zorundayız.
Ben 1 Mayıs’tan beri https://www.demokratikyasam.com/ adresinde aylık bir dergi yayınlıyorum artık. Demokratikleşmenin tüm unsurlarını içeren konular da olacak ve sizlerin de yazı, fotoğraf vererek aktif katılımızı rica ediyorum. Özellikle erkek yazar - kadın yazar oranı %50 olsun istedik ama bir tek kadın yazar bulabildik.
Derleyen: Tuğba
Sağolasın canım,ellerine sağlık.
Seygiyle kalın.
Yeşim Güriş